23 Temmuz 2016 Cumartesi

Said bin Amir bin Cezim GÜZEL AHLAKI


Ömer İbnu’l-Hattab (radıyallahu anh ) Şam’a geldiği zaman şehri şöyle bir dolaştı ve Hıms’ın yanına oturdu. Bu arada kendisine fakir fukaranın listesinin yapılmasını emretti. Liste getirilince bir de baktı ki, şehrin valisi Said bin Amir bin Cezim de listede yer alıyor. Hemen:

- Kim bu Said bin Amir, idareciniz mi? diye sordu. Halk:

- Evet, cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer şaşkınlık içinde:

- Sizin idareciniz nasıl fakir olabilir? O maaş almıyor mu? diye sordu. Halk:

- Ey mü’minlerin emiri! O elinde hiçbir şeyi tutmaz, dediler. Bunu duyan Hz. Ömer ağlamaya başladı ve bin dinar parayı bir keseye koyup ona gönderdi. 

- Benden ona selam söyleyin ve; “Mü’minlerin emiri ihtiyaçlarınızı karşılamanız için bu parayı size gönderdi” deyin, dedi. Elçi parayla Said’in yanına gelince Said: 

- “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz)” ayetini tekrarlamaya başladı. Hanımı:

- Ne oluyor? Yoksa mü’minlerin emiri mi öldü? diye sordu. O:

- Hayır, ondan daha büyük bir şey oldu, cevabını verdi. Hanımı bu defa:

- Yoksa kıyametin alametleri mi ortaya çıktı? diye sordu. O:

- Hayır, ondan daha büyük bir şey oldu, cevabını verdi. Hanımı şaşkınlıkla:

- Öyleyse neyin var? diye sordu. O:

- Dünya bana fitne getirdi ve dilediğimi yapmamı söyledi, dedi. Sonra bir İslam ordusu hazırlayarak bütün parasını oraya harcadı. Hanımı:

- Allah sana rahmet etsin! Keşke bizim de faydalanacağımız bir miktar para ayırsaydın, deyince o:

- Ben Rasulullah (s.a.v)’ın şöyle buyurduğunu işittim; “Eğer cennet kadınlarından biri yeryüzü ehline görünse, yeryüzü misk kokusuyla dolardı” Ben seni onlara tercih edecek değilim, dedi. Bunun üzerine eşi sustu.” 

Kitabu’z-Zühd/Ahmed bin Hanbel 1027.

Resmi sitemiz 

Telegram kanalımız 

Facebook sayfamız

Twitter hesabımız 

HUZEYFE radıyAllahu anhu'nun "Dininden dönsün diye çektiği eziyyetler"

SUBHANALLAH.! SUBHANALLAH.!

İNSANIN GÖZLER DOLUB TAŞMASINDA NE YAPSİN? 
ŞİMDİKİ MÜSLÜMAN'LARIN BAZILARNI BUNLARI YAPAYA GEREK YOK... 2 DAKİKAYA ÇIKAR DİNDEN ALLAH BİZLERİ KORUSUN. AMİN AMİN AMİN 
––––––––––––––––––––

Hz Ömer bir orduyu Rum diyarına gönderdi. İçlerinde Abdullah b. Huzafe de vardı. Rumlara esir düştü. Krallarına götürdüler ve 

“Bu adam Muhammed’in arkadaşlarındandır!” dediler. O Rum tağutu Hz. Abdullah’a 

“Sen hristiyan olursan mülk ve saltanatıma seni ortak yapacağım” dedi. 

Abdullah–
“Eğer bütün mülkünü ve Arapların elinde bulunan bütün memleketleri bana bağışlasan karşılığında Hz. Muhammed’in dininden bir göz açıp kapayıncaya kadar ayrıl desen bunu yine yapmam” dedi. 

Bunları işittikten sonra kral, onun ağaca bağlanmasını emretti ve okçulara 

Ona okları isabet ettirmeyin ve her atışta ona hristiyanlığı teklif edin” dedi. 

Onlar da öyle yaptılar. Fakat Abdullah yine reddetti. Sonra kral emretti, onu indirdiler. Daha sonra bir kazana su koyup kaynattılar. Başka bir müslüman esir getirip ona da hristiyan olması teklif edildi. O da reddetti. Bunun üzerine kaynamakta olan kazanın içine attılar. Sonra kral, kazanın içine Abdullah’ın atılmasını emrettiğinde Abdullah ağladı. Bunun üzerine Kral’a 

“Bu adam suya atılmaktan korktuğu için ağlıyor!” dediler. Kral onun geri getirilmesini emretti. Abdullah’a tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Fakat o yine kabul etmedi.

Kral–
“O halde, kabul etmediğine göre, seni ağlatan nedir?” diye sordu.

Abdullah –
“Ben kendi kendime dedim ki, şimdi seni bu kazanın içine atarlar da biraz sonra ölüp gidersin. Halbuki ben cesedimdeki her kıl adedince canım olsun ve Allah için bu suya atılsın isterdim” dedi.

Bunun üzerine kral ona –
“Benim başımı öpmen karşılığında seni serbest bırakmama ne dersin?” diye sordu.

Abdullah –
“Beni ve bütün müslüman esirleri serbest bırakırsan başını öperim” dedi.

O da bu şartı kabul etti.

Abdullah kalbinden –
“Bu Allah’ın düşmanlarından birisidir” dedi ve başını öptü.

Kendisi ile beraber bütün müslüman esirleri bıraktırdı. Onları Hz. Ömer’in huzuruna getirdi ve hâdiseyi ona anlattı. 

Hz. Ömer 
“Her müslümana Abdullah b. Huzafe’nin başını öpmek görevdir” dedi ve “İşte ben başlıyorum” diyerek kalktı ve Abdullah’ın başını öptü.[1]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Beyhaki, İbn Asakir (Ebu Rafi’den); Kenzü’l-Ummal, VII/62, İsabe, II/297

Resmi sitemiz 

Telegram kanalımız 

Facebook sayfamız 

Twitter hesabımız 

22 Temmuz 2016 Cuma

MUSA Aleyhisselam'ın ALLAH Süpanehu ve Teala'ya 6Sorusu

Ibn Hibban, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (salallahu aleyhi ve sellem ) söyle buyurdu:

«Musa, onur ve üstünlük sahibi olan Rabbine alti özellik sordu. Bunlarin sadece kendisinde bulundugunu saniyordu. Sordugu yedinci özelligi ise sevmiyordu. 
Demisti ki: 

MUSA (Aleyhisselam) –'Ya Rab! Hangi kulun daha takvalıdır?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Zikreden ve asla unutmayandir." 

MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha dogru yoldadir?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Hidayete tabi olandir." 

MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha iyi hüküm verendir?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Kendi nefsi için hüküm verdigi gibi insanlar için de ayniyla hüküm verendir." 

MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha bilgilidir?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Ilimden doymayan alimdir ki insanlarin bilgilerini kendi bilgisine katar." 

MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha güçlüdür?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Gücü yettiginde bagislayandir." 


MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha zengindir?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Kendisine verilene razi olup onunla yetinendir." 

MUSA (Aleyhisselam) –"Hangi kulun daha yoksuldur?" 

ALLAH (Azze ve Celle) –"Azimsayan kimsedir.
(Kendisine verileni az görüp daha fazlasini isteyendir)."»


Rasûlullah (salallahu aleyhi ve sellem ) da bir hadis-inde söyle buyurmustur:

«Zenginlik, mal çokluguyla degildir. Zenginlik, ancak gönül zenginligiyledir. Allah bir kul için hayir dilediginde, onun zenginligini gönlüne, takvasini da kalbine yerlestirir.
Bir kul için de kötülük dilediginde, onun yoksullugunu gözlerinin önüne koyar.»[20]

[20] Suyutî, Camiü's-Sagir, Hadis No: 376.


El Bidaye Ven nihaye c:1 s:448


Resmi sitemiz 

Telegram kanalımız 

Facebook sayfamız 

Twitter hesabımız 

" KAFİR " KELİMESİNİN ANLAMI



Kurtubi, Bakara: 6. Ayetin tefsirinde küfrü,”imanın zıddı” olarak tanımlamaktadır.

Bu hususta Lisan'ul Arab'ta şöyle denmektedir:

"Küfür; imanın zıddıdır.
Yani "Allah'a iman ettik, tağutu inkar ettik" denir.“ آمنَّا بِاللَّهِ وكَفَرْنا بِالطَّاغُوتِ

Şu halde kafir, iman etmeyen inkar eden demektir. Tekfir kelimesi de aynı kökten alınmış olup bir kişiyi küfre nisbet etmek demektir."

( Geniş bilgi için bkz. İbn Manzur, Lisan'ul Arab, 5/144 vd, Dar'u Sadır, Beyrut, 1414/m.1994 )

Öyleyse şeriat nezdinde makbul bir imana sahip olmayan herkes kafirdir. Küfür, imanın zıddı olduğuna göre iman kavramı üzerinde de durmak gerekir.

Yine İbn Manzur'un aynı eserinde naklettiğine göre lugat alimlerinden Zeccac imanı şöyle tarif etmiştir:

الإِيمانُ إظهارُ الْخُضُوعِ والقبولِ للشَّريعة ولِما أَتَى بِهِ النبيُّ، صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، واعتقادُه وتصديقُه بِالْقَلْبِ

"İman, Şeriatı ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in getirdiği diğer hususlara boyun eğip bunları kabullenmek, kalben tasdik edip bunlara inanmaktır"
(Bkz. Lisan'ul Arab, 13/23)

Küfür de imanın zıttı olduğuna göre bu tarife nazaran şeriata tabi olmamak ve şeriatın hükümlerinden herhangi birisini inkar etmek de küfürdür.

Zerkeşi, küfrü şöyle tarif etmektedir:

“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dininden olduğu zorunlu olarak olarak bilinen herhangi bir şeyi inkar etmektir. Yaratıcının varlığını, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini ve zinanın haramlığını inkar etmek gibi”
(Zerkeşi, el-Mensur fi’l Kavaid, 3/84)

Bu konuda kişinin küfrü bizzat kasdetmesi şart olmadığı gibi, yaptığı amelin küfür olduğunu bilmemesinin de keza bir etkisi yoktur.

Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh.a) bu hususta şöyle demektedir:

“Kim küfür olan bir söz söyler veya bir fiil işlerse, kâfir olmayı kastetmese bile bununla kâfir olur. Zira Allah’ın dilediği dışında kimse küfrü kast etmez.”(es-Sârimu’l-Meslûl: s: 177-178.)

İbn Kayyım ise şöyle demektedir:

“İslam:Allah’ı birlemek,sadece O’na ibadet etmek,O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak,Allah ’a ve Rasulü’ne iman etmek,Rasulun getirdiklerinde ona tabi olmaktır. Kul bunu yapmadığı sürece Müslüman olamaz. Eğer inatçı ve zorba kafir değilse de, en azından cahil kafirdir.”
(Tarikul hicreteyn(iki hicret yolu)17. Tabaka. sf 411 vd)

Resmi sitemiz

Telegram kanalımız

Facebook sayfamız

Twitter hesabımız

Tavhid.org sitesine teşekkürler

19 Temmuz 2016 Salı

Imam Ahmed bin Hanbel (rahimehullah aleyhi)'nin hal tercümesi



Ebu Abdullah,  Ahmed b.  Muhammed b.  Hanbel  eş-Şeybânî, el-Bağdâdidir.  Annesi  ona Merv'de  hamile  kalmış ; H.  164'de Bağdad'da dünyaya  gelmiştir .İlim  için pek çok  yer dolaşmış ,  Mekke,  Medine,  Şam,  Yemen,  Küfe,  Basra  ve Cezîre'ye  gitmiştir . Sufyân b. Uyeyne,İbrahim b.Sa'd,  Bişr b.  Mufaddal,  Yahya  el-Kattân,  Huşeym,  Veki',İbn Uyeyne, İbn Mehdi,Abdurrezzâk ve  daha  sayılamayacak  kadar  çok zâttan hadis  dinlemiştir.  Kendisinden  ise,  oğulları  Abdullah ve  Salih,  Abdürrezzak,  Yahya  b.  Adem,  Ebû'l-Velid,  İbn Mehdi,  Zeyd b. Harun,  Ali  b. el-Medînî, Buhârî,  Müslim, Ebû Davud,  Ebû  Zur'a  er-Razî,  ed-Dımeşkî, ibrahim  elHarbî,  Ahmed b.Hânî, Abdullah b.  Muhammed el-Bağavî,İbn Ebû'd-Dünya,  Muhammed  b.İshâk  es-Sağâni,  Ebû Hatim  er-Râzi,  Ahmed b.  Ebû'l-Havârî,  Mûsâ  b.Harun, Hanbel  b.İshak,  Osman b.Saîd  ed-Dârîmî,  el-Mervezî  ve daha  pek çok kimse  rivayet  etmişlerdir.  Bunları,İbn Münde, Beyhakî, Şeyhu'l-İslâm  el-Ensârî, İbnü'l-Cevzî,  ez-Zehebî ve İbn Nasır  gibi  hafızlar  eserlerinde  kaydetmişlerdir. Hüseyin b.  İsmail,  babasından naklen Ahmed b.  Hanbel'in meclisinde  beş  binden fazla  insanın  toplandığını  haber vermiştir . Bunlardan  beş yüze  yakını  hadis  yazar,  diğerleri de  ondan edeb ve  âdâb-ı  muaşeret  gibi  davranışları öğrenirlermiş. İmam  Ahmed,  Şafiî  ile  de  görüşmüş,  her  ikisi birbirinden  hadis  almışlardır .

İmam  Şafiî  onun hakkında:

"Bağdat'dan  çıktığımda orada,  Ahmed b. Hanbel'den daha âlim,  daha  fakîh,  daha  muttaki  ve  verâ  sahibi biri  yoktu" demiştir .


Ebû  Zur'a  da,  Ahmed  b.  Hanbel'in oğluna,  babasının bir  milyondan  fazla  hadis  bildiğini  söylemiştir.


İbn Hacer  ise:"


Hz.  Peygamberin (salallahu aleyhi ve sellemun) sünnetine  karış  karış  uyan tek zât  Ahmed b.  Hanbel'dir" demiştir.

İşte  bu,  İslâm  ümmeti ve  ulemâsı  içerisinde,  Ahmed b.  Hanbel'i  temayüz  ettiren  bir menkibedir.


İbrahim b.İshâk  el-Harbî de  onun hakkında şu kanaatini  dile  getiriyor:


"Bazıları,  Ahmed b. Hanbel hakkında  zanna  dayanarak konuşuyorlar .  Vallahi,  ne tâbiûndan onun  üstüne  meziyete  sahip olan ve  ne de müslümanlar  arasında  yerini  doldurabilecek  birisi  yoktur. Ben ona yaz, kış , gece, gündüz  tam yirmi  sene  arkadaşlık ettim, her gününün bir  öncekinden  daha  iyi  olduğunu gördüm.Her  taraftan ilim  adamları  ziyaretine  gelir. Mescid dışındaki celâletlerine  rağmen,onun mescidine  girdikleri zaman ilim  öğrenen  birer  talebe  vaziyetini  alırlardı.  Ben, dünya  kadar  insanla karşılaştım .Ahmed b. Hanbel  gibisini görmedim. Analar, onun gibisini  doğurmaktan  âcizdir. 


Abdulvehhâb el-Varrâk'm hakkındaki değerlendirmesi ise şöyledir.


"Ahmed b.  Hanbel gibisini  görmedim.""Peki,  onun senin  yanında diğer  insanlardan  üstün olmasına  neden olan hangi  meziyetidir?" diye  sorulduğunda,

el-Varrâk:  "O, Öyle bir  insandır  ki,  kendisine  altmış bin  mesele sorulmuş , hepsine  de  "Haddesena,  ahberana ve  ruvina"  diyerek hadisle  cevap vermiştir ." karşılığında  bulunur.

Ali  b. el-Medînî  de  şöyle demiştir :


"Allah Teâlâ bu  dini  bir üçüncüleri  daha  olmayan iki  insanla kuvvetlendirmiştir. Birisi, Ridde  hâdiseleri  karşısında Ebû  Bekir;

diğeri de Mihne  olaylarında Ahmed b.  Hanbel'dir. Şu  kadar  var  ki, Ebû Bekir'in kendisine  yardımcı  olacak arkadaşları  vardı. Fakat,  Ahmed  b.  Hanbel'in ne  yardımcısı,  ne  de  arkadaşı vardı."

İshâk b.  Râheveyh de:


"Ahmed b.  Hanbel,  yeryüzünde, Allah ile insanlar  arasındaki hüccettir" demiştir .


Ebû  Zur'a  da kanaatini  şu şekilde  dile getirmiştir :


"İlim, zühd,  fıkıh,  bilgi  ve  hayrın her türlüsünde  Ahmed b.  Hanbel gibisini  görmedim. Ondan daha  kâmil  ve  daha mükemmeline  de  rastlamadım."


Ebû Dâvud  es-Sicistânî  ise: 


"Yüzden fazla  ilim  ehli ile  karşılaştım .Ahmed  b.  Hanbel  gibisine  rastlamadım.  İnsanların uğradıkları  boş  şeylere hiç bulaşmamış. Yalnızca  ilmî konulardan  bahsetmiştir"diyor.


İbn Kuteybe:


"O,  dünyanın  imamıydı" derken  İbn Mâkûlâ onun,  sahabe  ve  tâbiunun görüşlerini  en  iyi  bilen  kimse olduğunu  söylüyor.


Sarsarî  beyitlerle  (Ahmet  b.  Hanbel'i)  şu  şekilde  tanıtıyor.


Bir  milyon müsned hadis  öğrendi.

Bunların hıfzını,  kavrayan bir  kalb  ile  sağlamlaştırdı.
Atmış bin kadar  meseleye  cevap  verdi.
Bunu,  rivayet  sahifeleri  değil; (Anberenâ) sığası  ile  gelen (haberlerle) yaptı.

Hadiste  imam  tutarlı,  sağlam  ve  doğru eleştiride  hüccetti. Kitab (Kur'ân)  ve  sünnette;  ilim,  üstün  zühd  ve  tevekkülde (eşsiz) imamdı. Hakkı  aramada takib ettiği  metod (menhec)  en  doğru metodu; şeri  şerifte  beslendiği  kaynak  en  tatlı  kaynaktı. Kur'ân hususunda  kırbaç  ve  kılıçla  tehdid  edildi.  Fakat  o,  ne (kırbaç)  sesine  ne  de  kılıcın tehdidine  boyun  eğmedi (bunlardan  korkmadı). Bir  şey  söylemedi ki, hakkı (hidayet)  üstün  tutmak için söylemiş olmasın.Bunun için binlerce  ordulara  karşı  koydu. O  (artık) Şanı  yüce  bir  bayraktır  (alem)  ölüm  bile  nâmını yok edemedi.  Aksine,  tüm mutekebbirlerin üstünde  bir makama ulaştı . O  büyük  imam ki  Allah'ın; muşebbihe  ve  muattılayı (Allah'ın sıfatlarını inkar  eden  mezheb) hükümsüz  bırakan, (yeryüzündeki)  hücceti  idi. Müsned'i,  tekrarlar  hâriç,  otuz  bin  hadisten  meydana gelmektedir. Tefsir'i ise  yüz  yirmi  bin  hadisten oluşmaktadır .  Bunlardan  başka ,  en-Nâsîh ve'l-mensûh,  etTârih, ez-Zühd,  el-Mukaddem  ve'l-muahhar  fi'l-Kur'ân, Cevâbâtü'l-Kur'ân (yani  er-Redd  ale'z-zenâdika),  el Menâsikü'l-kebîr, ve's-sağir,  vb.  gibi eserleri vardır.


Yezid b.  el-Münâdî  de  hakkında Şöyle diyor: 


"Ahmed b. Han-bel,  insanların en kerimi,  en  cana  yakını ve  edeblisi, lüzumsuz  şeylerden sakınan,  boş ve  çirkin  işlerden  şiddetle kaçınan  biriydi.  Dâima  vakar  ve  sükûnet  içerisinde  olduğu, yalnızca  hadis  ve  hadis  ricaline  ilişkin konulardan  bahsettiği müşahede  edilirdi.  Onunla karşılaşanın içini  bir  sevinç kaplar;  ister istemez  ona meylederdi. Mütevâzi  bir insandı. Halk ona ikram  ve  ta'zim  eder,  sevgi  gösterisinde bulunurdu."


Süryân es-Sevrî'ye, fütüvvet'ten  sorulmuş ,o da: 


"Fütüvvet akıl  ve  hayadır.  Başı ise,  kendine  sahip olmaktır. Zineti, hilim  ve  edep,  şerefi, ilim  ve  verâdır.  Süsü  ise  şunlardır: Namaza  devam, ana babaya  iyilik, sıla-i rahim, iyiliği yaymak,  komşuyu korumak,  kibiri  terketmek,  cemaata sarılmak,  vakarlı  olmak,  gözü haramlardan  alıkoymak, yumuşak  sözlü  olup  İslâm'ı yaymaktır. En  akıllı fetâ'lar, Allah'ın emir  ve  nehiylerini  anlayan,  doğru sözlü,  sevimli, dürüst,  güler yüzlü,  hoş geçinen, geveze  olmayan,  sır  tutan, ayıpları  örten,  emanete  riâyet  eden,  hıyaneti  terkeden,  ahde vefa  gösteren, meclislerde  sözü anlamadan  konuşmaktan sakınan,  mütevâzi  olan,  büyüklere  ikram  edip  küçüklere yumuĢakt davranan,  müslümanlara  rahmet  ve  şefkatle muamele  eden,  belâlara  sabreden,  bollukta  şükreden kimselerdir. Fütüvvetin kemâli  Allah korkusudur.  Bir insanda  bu hasletlerin tamamı  bulununca,  o  gerçek  mânâda bir  fetâ  olur"  demiştir .


İbnu'l-Medînî  diyor  ki: 


"Eğer  ona medhiyeler yağdırmak için, bir  meclis  oluştursak,  yine  de  faziletlerini  kemâliyle dile getirmekten âciz  kalırız"


İmam Ahmed b.  Hanbel h.  241'de  Rebîu'l-evvel  ayının 12. gecesi,  Cuma  günü,  Bağdad'da  vefat  etmiştir .  Cenaze namazına büyük  bir  kalabalık  iştirak etmiştir .  

Abdulvahhâb el-Varrâk'm  haber  verdiğine  göre;


ne  Câhiliye  ve  ne  de islâmî  dönemde  bir  benzeri  işitilmemiş,  cenazesine yaklaşık bir  milyon  erkeğin,  altıyüz  bin  de  kadının katıldığı söylenmiştir . Bu sayının toplam  bir  buçuk (1,5) milyon olduğu da söylenmiştir .


Oğlu Abdullah'ın  söylediğine  göre 


"Bid'at ehline  cenaze  günü kimin  haklı  olduğu ortaya  çıkar" denilmiş . Ve o gün de,  yahudi, hıristiyan ve  mecûsîlerden toplam  yirmibin kişi müslüman  olmuştur .


es-Sarsarî  ise  bir  beytinde  şöyle diyor:


Cenazesini  gördükleri  vakit,  her  sapık fırkadan yirmi  bin kişi müslüman oldu.Cenaze  namazını bir  milyon altıyüz  binden daha kalabalık bir  muvahhidler  topluluğu  kıldı. Abdurrahman b.  Kasım


İmam Ahmed Zühd (hal tercümesi)



Resmi sitemiz

Telegram kanalımız

Facebook sayfamız 

Twitter hesabımız


15 Temmuz 2016 Cuma

SİZ HANGİ ZÜMREDENSİNİZ?



Üzerimize vâcib olanın zikrinden sonra…

Bu günlerde birleri, “haricilik” yaftasıyla belirli kesimleri kötülemeği meslek edinmiş durumda. Ancak bunu yapan kimseler, hariciliğin ne olduğunu anlatmıyorlar. Sadece karalıyorlar ve bilmeyenlere hedeflerini kötülüyorlar.

Evet, nedir bu haricilik? Kimdir harici?

Hariciliğin tarihsel seyrinden öte olarak bu gün kullanıldığı mânâ itibariyle konuşursak, tekfîr söylemi yapmak, hariciliktir. Bunu yapan da haricidir. Maalesef ki durum, bu noktaya kadar geldi. Oysa haricilik büyük günâh işleyen bir kimseyi tekfîr eden zihniyetin adıdır. Onlar, içki içmek, zina etmek ve yalan söylemek gibi Ehl-i Sünnet nazarında haram olan şeyleri, küfür olarak adlandırdılar. Bunları yapanları da tekfir ettiler. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, bu tür günâhları işleyenlerin tevbe etmeden öldükleri takdirde Allâh’u Teâlâ’nın dilemesinde olacaklarını, dilerse günâhları kadar azâb edeceğini ve dilerse de azâb etmeden cennetine alacağını beyân etmişlerdir. Hak olan da bundan başkası değildir. Hiçbir Müslümanı işlediği günâhından ötürü tekfîr etmek caiz değildir. Tabi ki bu durum günâhı helâl görmemek ve işlenen günâhın da küfre varmaması şartıyla geçerlidir.

Pe ki, bu gün birilerinin harici diye kötülediği kimseler, gerçekten büyük günâh işleyenleri mi, yoksa büyük küfür işleyenleri mi tekfîr ediyorlar? Eğer ki büyük günâh işleyenleri tekfîr ediyorlarsa, hariciliğin en temel özelliğini üzerlerinde barındırıyorlar demektir. Rabbim böyle kimselere ölmeden önce hakkı görmeyi nasib etsin. Yok, eğer büyük küfür işleyenleri tekfîr ediyorlarsa doğru olanı yapıyorlar demektir. Rabbim hak yolunda cümlemize sebât versin. Allâhumme Âmîn.

Tüm bunlara binaen Müslüman bir şahsiyet için şöyle sormak gerekli olmaktadır:

Hak ve hakîkatlere tâbi olarak büyük küfür işleyenleri tekfîr eden kimselere harici diyenler, mürcie mi olmaktalar yoksa mürcie hükmü onlara az mı gelir?

Allâh’ın indirdiklerini bir kenara bırakarak kendileri hükümler uyduranları tekfîr edenleri harici diye isimlendirenler, Allâh’u Teâlâ’nın şu buyrukları hakkında nasıl da gevelemektedirler:


“Her kim Allâh’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 5/44)

“Her kim Allâh’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide: 5/45)


Beşerin lanetli kanunlarından hüküm isteyerek içinde bulundukları ihtilafı çözenleri tekfîr edenleri harici diye isimlendirenler, Allâh’u Teâlâ’nın şu buyrukları hakkında nasıl da bocalamaktalar:

“Ey îmân edenler!…Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ne götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”(Nisâ: 4/59)

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğûta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60)

“Hayır! Senin Rabbine andolsun ki; onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (Nisâ: 4/65)


Müslümanlara karşı kâfirleri destekleyenleri, onlara karşı anlaşmalar imzalayarak şeriat istemekten başka arzuları olmayan Müslümanları terörist sayanları tekfîr edenleri harici diye isimlendirenler, Allâh’u Teâlâ’nın şu buyrukları hakkında nasıl da aciz kalmaktalar:

“Ey îmân edenler Yahûdî ve Hıristiyanları velîler edinmeyin! Onlar birbirlerinin velîleridirler. Sizden kim onları velî edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allâh, zalimler topluluğuna hidâyet vermez.”(Mâide: 5/51)

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allâh’tan hiçbir şey (yardım-bağlantı) yoktur.” (Ali İmran: 3/28)


Allâh’tan başkasına dua eden, ona sığınan, yardım ve kurtuluş isteyenleri tekfîr edenleri harici diye isimlendirenler, Allâh’u Teâlâ’nın şu buyrukları hakkında nasıl da rezil olmaktalar:

“Eğer Allâh Teâlâ sana bir zarar dokundurursa artık O’ndan başka onu bir açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse artık O’nun fazlını reddedecek de yoktur. Bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, rahmet edendir.” (Yunus: 10/107)

“İyi bilin ki, halis (katışıksız) din yalnız Allâh’ındır. O’nu bırakıp da başka velîler edinenler: ‘Biz onlara sadece, bizi Allâh’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allâh, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allâh, yalancı ve kâfir olanları doğru yola iletmez.” (Zumer: 39/3)

“De ki: O’nun dışında (ilâh olarak) öne sürdüklerinizi çağırın, onlar sizden ne zararı uzaklaştırabilirler, ne de (onu yararınıza) dönüştürebilirler. O yakarıp durdukları da Rabblerine yaklaşmak için vesile ararlar. O’nun rahmetini umar ve azâbından korkarlar. Zîrâ Rabbinin azabı gerçekten korkulmaya değerdir.” (İsrâ: 17/56-57)


Misâlleri daha uzatmak mümkün olmakla beraber, bu kadarı hakkı anlayacak olan nasibli kimseler için yeterlidir.

Evet, yukarıda zikredilen ve zikredilmeyen büyük küfürlerden birini işleyen kimseyi, -fıkha uygun olarak- tekfîr eden kimse harici midir? Yoksa Ehl-i Sünnet olmanın bir gereğini mi yerine getirmiştir?

Bu soruya mürcie zihniyetiyle îmânsızlık batağında boğulmuş kimselerin vereceği cevâb: “Müslüman olduğunu dili söyleyen kimseyi tekfîr etmek hariciliktir; bunu yapanda haricidir” olacaktır. Çünkü kendileri yukarıda zikredilen şeylere küfür olarak inanmamaktadır. Hatta bazılarını haram olarak dahi görmemektedirler.

Bu soruya hakkın hakikatiyle aydınlanmış olan kimselerin vereceği cevâb ise şöyledir: “Tekfîr vardır ve dîndendir. Büyük küfür işleyen bir kimseyi tekfîr etmek ise sahîh îmânın bir gereğidir.”

Şimdi size soruyorum, siz hangi zümredensiniz?

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.


Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

Abdullah Said el Müderris
Tevhididavet.com sitesine teşekkürler 

14 Temmuz 2016 Perşembe

NEBİ SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN HALİFELİĞİ NEDEN EHL-İ BEYTİNE KALMADI..?




İmâm İbnu'l-Kayyım rahimehullah şöyle der:


'Halîfeliğin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in Ehl-i Beyt'ine değil de öncelikle Ebû Bekir, 'Umer, 'Usmân'a nasib olmasının sırrı -Allah en iyi bilendir- şudur: Eğer Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in ölümünden sonra halîfeliği Ali üstlenseydi. İnkârcıların: O bir kraldı, krallığı Ehl-i Beyt'ine mîrâs kaldı, demesinden korkulurdu.

Allah böylelikle onun risâlet ve nubuvvet makamını bu şüpheden korudu. Hirakl'in Ebû Sufyân'a söylediği sözü düşünsene! Demişti ki:
 'Onun babaları arasında bir kral var mıydı?' Ebû Sufyân: 'Hayır!' dedi. Bunun üzerine Hirakl: 'Eğer babaları arasında bir kral olsaydı, diyecektim ki babalarının krallığını istemektedir.' İşte Allah onun yüce makamını babaları ve Ehl-i Beyt'i arasında bir krallık şüphesi bulunmasından böyle korudu. -Allah en iyi bilendir- ona ve diğer nebîlere mîrâsçı olunmamasın sırrı da budur. Yani, bu şüphenin önünü kesmektir. Ta ki, hakkı iptal etmeye çalışanlar, nebîlerin evlâd ve vârisleri için dünyalık toplamak peşinde olduklarını sanmasınlar. Nitekim insan bunu nefsi hakkındaki zühdünden ve malını evlâdına ve vârislerine mîrâs bırakmak istediğinden dolayı yapar.

Allah nebîleri bundan korudu ve onları, vârislerine mal cinsinden bir şeyleri mîrâs bırakmaktan men etti. Tâ ki töhmet zâil olsun ve Allah'ın ve rasûllarinin hüccetlerine meyledilsin. Nubuvvet ve risâletlerinde aslen hiçbir şüphe kalmasın. Ama Ali ve peygamberin Ehl-i Beyt'i [daha sonra] hilâfeti üstlenmişlerdir, denilemez. Çünkü daha önceden bunun bir krallık ve mîrâs olmadığı, onun ancak nubuvvete halîfelik olduğu, buna da [îmanda ve amellerde] önce ve öncü olanın müstehak olduğu açığa çıkmıştı. Ali'ye gelince, kendi [halîfeliği] vaktinde ümmetin en önde geleni ve en fazîletlisi oydu. Ümmet içinde o vakit hilâfeti üstlenecek ondan daha evlâ ve ondan daha hayırlı bir kimse yoktu. Böylece bâtıl ehlinin bu şüphe ile eline hiç birşey geçmemiş oldu. Hamd Allah'ındır.'


Bedâiu'l-Fevâid, Dâru Âlemi'l-Fevâid Baskısı, sayfa: 1168
Tahkîk: Ali b. Muhammed el-Umrân
İşrâf: Bekr Ebû Zeyd

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

İmanmescidi.com sitesine teşekkürler

ÜMMETLERİN İÇİNE DÜŞTÜĞÜ İKİ ŞİRK ÇEŞİDİ



Allâme Ahmed b. Alî el-Makrîzî (vefâtı: 845 hicrî)

"Ümmetlerin içine düştükleri şirk iki çeşittir: Ulûhiyyet şirki ve rububiyyet şirki. Şirk ehlinde çoğunlukla görülen ulûhiyyet ve ibâdet şirkidir. Bu, putlara tapanların, meleklere tapanların, cinlere tapanların ve diri olsun ölü olsun şeyhlere, sâlihlere ve velîlere tapanların şirkidir. Onlar, 'Bizim onlara ibâdetimiz sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diyedir.' [Zümer, 2] derler. Yani O'nun katında bize şefaat etsinler; Allah'a yakınlıkları ve kerâmetleri sebebiyle bizi de yakınlığa ve kerâmete ulaştırsınlar. Nitekim dünyada kralın yardımcılarına, akrabalarına ve özel adamlarına hizmet edenlerin ikrâma ve yakınlığa nâil oldukları bilinmektedir.

İlkinden sonuncusuna kadar ilahî kitapların tümü bu görüşün bâtıllığını beyân edip reddeder, bu görüşün ehlini kötüler ve onların Allah düşmanı olduklarına hükmeder.

İlkinden sonuncusuna kadar bütün peygamberler -Allah'ın salât ve selâmları üzerelerine olsun- bu konuda ittifak etmişlerdir. Yüce Allah önceki ümmetlerden kimi helâk etmişse bu şirk sebebiyle helâk etmiştir."

Tecrîdu't-Tevhîdu'l-Mufîd (s: 61) Tahkîk: Sabrî b. Selâme Şâhîn

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

İmanmescidi.com sitesine teşekkürler

Ibn Kayyım el-Cevziyye (rahimehullah aleyhi) nin "SAMED" ismi hakkında anlamlı sözleri






بسم الله الرحمن الرحيم




Allah’ın karşı konulamaz büyük orduları vardır. Bu ordular ancak O’nun emri ile inerler. Öndekilerin, arkadakilerin ve arada bulunanların maliki O’dur. O’nu güç ve kuvveti sonsuzdur. Otoritesi, iktidarı ve mülkü her şeyi kuşatmıştır. O, her şeyi bilir, asla hiçbir şeyi unutmaz. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları yönetip idare eden O’dur. O, bütün bu varlıkların yara­tıcısı olduğu gibi bu varlıkların Rabb’i ve Mâliki’dir de. İşte böyle olan bir Rabb’in benzeri asla olmaz. Çünkü O, bütün sıfat ve fiillerinde eşsizdir. Hiçbir sıfatı, fiili veya isimlerinin gerçeği olmayan varlıklar, anlamı olmayan boş isimlerden ibarettir. Bu yüzden yok sayılmışlardır. Yüce Allah’ın şu sözü, bu gerçeği açıkça ispat etmektedir:

“O’nun benzeri olan hiç bir şey yoktur.”[1]

Yüce Allah bu sözü, kendi eksiksiz ve mükemmel, üstün sıfat ve niteliklerini açıklayan şu âyetlerden sonra söylemektedir:

“Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf. O, Azîz ve Hâkim olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyetmektedir. Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. O, yücedir, büyüktür. Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar; melekler de Rable­rini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret dilerler. Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyendir. Allah’ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üze­rinde bir vekil değilsin. İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur’an vahyettik; şe­hirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarıp-korkutman ve kendisinden şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarıp-korkutman için. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgınca yanan ateşin içerisindedirler. Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılmış olurdu. Ancak O, dilediğini kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı. Yoksa O’nun dışında birtakım veliler mi edindiler? İşte Allah; veli olan O’dur, ölü olanları da dirilten O’dur. O, her şeye güç yetirendir. Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte benim Rabb’im olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp-yönelirim. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç bir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”[2]

Yücelik, üstünlük, ululuk, büyüklük, güç ve kuvvet, hikmet, mülk, hamd, mağfiret, merhamet, konuşma, dileme, ölüyü diriltme, geniş ve mükemmel kudret, kulların arasında hükmetme, gökleri ve yeri yaratma, işitme ve görme gibi bütün üstün ve mükemmel sıfatlarla nitelenen bu varlığın bir benzeri ve eşi yoktur. Zira O, hiç kimsede bulunmayan sıfatlara, isimlere ve fiillere sahip bir varlıktır. O’nda bulunun bütün bu özelliklerin hiçbirinde bir eksiklik ve kusur yoktur. O’nun özellikleri hiçbir varlığınkine benzemez. Bu yönüyle “O’nun benzeri olan hiç bir şey yoktur”[3] denilmiştir.”

[1] Şûrâ, 11.
[2]Şûrâ, 1-11.
[3]Şûrâ, 11.


İbn Kayyim, “es-Savâiku’l-mürsele”,
s.1023.



Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

At-Tawhed.Blogspot.com sitesine teşekkürler

12 Temmuz 2016 Salı

ALİMLERİN TAKLİDİ YEREN SÖZLERİ KİMLERE HİTAP ETMEKTEDİR?


Bismillahirrahmanirrahim,

Taklid; –İbn Kudame el-Hanbeli’nin tarifiyle- “bir kimsenin sözünü delilsiz olarak kabul etmek” manasına gelmektedir. ( قبول قول الغير من غير حجة Bkz. İbn Kudame, Ravdat’un Nazır, 2/450) 

Muhakkik alimlerin birçoğu bu manadaki taklidi kınamışlar ve caiz olmadığını belirtmişlerdir. Günümüzde birçokları alimlerin taklidin haram olduğunu beyan eden ibarelerine dayanarak mezhep alimlerini taklid etmenin ve genel anlamda alimlerin sözlerini delilsiz olarak kabul etmenin haram olduğunu iddia etmişlerdir. Bizler de bu başlık altında alimlerin taklidi yeren sözlerinin muhatabının kim olduğunu ve bu tarz kavillerin nasıl anlaşılması gerektiğini bizzat taklidi yeren alimlerden nakil yaparak incelemeye çalışacağız.

Taklidin zemmi ve kötülenmesi hususunda en çok söz söyleyen alimlerden birisi olan İbnu Abdilberr el-Maliki (rh.a) “Camiu Beyan’il İlmi ve Fadlihi” adlı eserinde بَابُ فَسَادِ التَّقْلِيدِ وَنَفْيِهِ وَالْفَرَقِ بَيْنِ التَّقْلِيدِ وَالِاتِّبَاعِ yani “Taklidin fesadı ve taklid ile ittiba arasındaki fark” ünvanıyla bir bab açmıştır. “Allahu Teala taklidi kitabının birçok yerinde kınamıştır” deyip “Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allahtan başka rabler edindiler” mealindeki Tevbe: 31. Ayetin zikriyle konuya başlamış ve ardından bu ayetin tefsiri başta olmak üzere taklidin yerilmesine dair birçok şey nakletmiştir. İbnu Abdilberr, ilgili babın devamında 1887 numaralı bölümde şunları zikretmektedir:

1887 - وَقَالَ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ الْمُعْتَزِّ: «لَا فَرْقَ بَيْنَ بَهِيمَةٍ تُقَادُ وَإِنْسَانٍ يُقَلِّدُ»
وَهَذَا كُلُّهُ لِغَيْرِ الْعَامَّةِ؛ فَإِنَّ الْعَامَّةَ لَا بُدَّ لَهَا مِنْ تَقْلِيدِ عُلَمَائِهَا عِنْدَ النَّازِلَةِ تَنْزِلُ بِهَا؛ لِأَنَّهَا لَا تَتَبَيَّنُ مَوْقِعَ الْحُجَّةِ وَلَا تَصِلُ لِعَدَمِ الْفَهْمِ إِلَى عِلْمِ ذَلِكَ؛ لِأَنَّ الْعِلْمَ دَرَجَاتٌ لَا سَبِيلَ مِنْهَا إِلَى أَعْلَاهَا إِلَّا بِنَيْلِ أَسْفَلِهَا، وَهَذَا هُوَ الْحَائِلُ بَيْنَ الْعَامَّةِ وَبَيْنَ طَلَبِ الْحُجَّةِ، وَاللَّهُ أَعْلَمُ، وَلَمْ تَخْتَلِفِ الْعُلَمَاءُ أَنَّ الْعَامَّةَ عَلَيْهَا تَقْلِيدَ عُلَمَائِهَا وَأَنَّهُمُ الْمُرَادُونَ بِقَوْلِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ {فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ} [النحل: 43] وَأَجْمَعُوا عَلَى أَنَّ الْأَعْمَى لَا بُدَّ لَهُ مِنْ تَقْلِيدِ غَيْرِهِ مِمَّنْ يَثِقُ بِمَيْزِهِ بِالْقِبْلَةِ إِذَا أَشْكَلَتْ عَلَيْهِ فَكَذَلِكَ مَنْ لَا عِلْمَ لَهُ وَلَا بَصَرَ بِمَعْنَى مَا يَدِينُ بِهُ لَا بُدَّ لَهُ مِنْ تَقْلِيدِ عَالِمِهِ، وَكَذَلِكَ لَمْ يَخْتَلِفِ الْعُلَمَاءُ أَنَّ الْعَامَّةَ لَا يَجُوزُ لَهَا الْفُتْيَا، وَذَلِكَ وَاللَّهُ أَعْلَمُ لِجَهْلِهَا بِالْمَعَانِي الَّتِي مِنْهَا يَجُوزُ التَّحْلِيلُ وَالتَّحْرِيمُ وَالْقَوْلُ فِي الْعِلْمِ، [ص:990]

" Abdullah ibn’ul Mu’tezz şöyle demiştir: “Taklidçi insan ile güdülen hayvan arasında bir fark yoktur” Bütün bu sözler avamdan olmayan kimseler (yani müctehidler) hakkındadır. Çünkü, avamdan olan (yani müçtehid derecesine ulaşmamış) kimselerin başlarına gelen bir hadisede alimlerini taklid etmesi kaçınılmazdır. Zira, avamdan olan kimse hüccetin (delilin) ilmini kavrayamayacağı için hüccetin yerini tesbit edemez ve ona ulaşamaz. Ayrıca ilim, alt mertebesi elde edilmeden üst mertebesine varış yolu olmayan derecelerden müteşekkildir. İşte bu, avamdan olan kimseyle delil taleb etmek arasındaki engeldir! Allah en doğrusunu bilir.

Alimler avamdan olan kimseye gerekenin, alimlerini taklid etmek olduğu ve Allah azze ve celle’nin "... Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun" ayetinde avamın kasdedildiği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Alimler icma etmişlerdir ki, gözleri kör olan bir kimse kıbleyi tayin etmekte güçlük çektiği zaman, kıbleyi tayin etme hususunda güvendiği birisini taklid etmesi kaçınılmazdır. Tıpkı bunun gibi, dinde esas alacağı şeyler hakkında basireti ve ilmi olmayan kimse için de alimini taklid etmesi kaçınılmazdır.

Alimler aynı şekilde avamdan olan kimsenin fetva vermesinin caiz olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir. Allahu a’lem bunun sebebi avamın helal veya haram kılmaya delalet eden ifadelerden ve ilim hakkında konuşmaktan cahil olmasıdır."

 (İbnu Abdilberr, Cami’u Beyan’il İlmi Ve Fadlih, sf 990 (2.cild), Dar’u İbn’il Cevzi, 1414/1994)

Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi İbnu Abdilberr, taklidin caiz olmadığı yönünde sayfalar dolusu naklettiği bütün haberlerin ve yaptığı bütün izahların alimler hakkında olduğunu, yani içtihad derecesine ulaşmış olan bir kimsenin başka bir alimin sözünü delilsiz kabul edemeyeceğini; ancak bunun içtihad ehliyetine sahip olmayan avam hakkında geçerli olmayacağını, avamın mutlaka bir müçtehidi taklid etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca mukallid olan bir kimsenin delilden anlamayacağını da söylemektedir ki böyle bir kimsenin fetvanın delilini bilmesi ile bilmemesi arasında bir fark olmayacağı hususu izahtan varestedir. Kısacası bir müçtehidin verdiği fetvayı delilini bilmeden taklid etmek, müçtehidler için haram, avam için ise caiz hatta vacibtir!

Taklidin nehyedilmesi hakkında sözlerine en çok müracaat edilen alimlerden birisi olan Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh.a) yerilen taklid çeşitlerini anlattıktan sonra şöyle demektedir:

وَأَمَّا مَنْ كَانَ عَاجِزًا عَنْ مَعْرِفَةِ حُكْمِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَقَدْ اتَّبَعَ فِيهَا مَنْ هُوَ مِنْ أَهْلِ الْعِلْمِ وَالدِّينِ وَلَمْ يَتَبَيَّنْ لَهُ أَنَّ قَوْلَ غَيْرِهِ أَرْجَحُ مِنْ قَوْلِهِ فَهُوَ مَحْمُودٌ يُثَابُ لَا يُذَمُّ عَلَى ذَلِكَ وَلَا يُعَاقَبُ وَإِنْ كَانَ قَادِرًا عَلَى الِاسْتِدْلَالِ وَمَعْرِفَةِ مَا هُوَ الرَّاجِحُ؛ وَتَوَقَّى بَعْضَ الْمَسَائِلِ فَعَدَلَ عَنْ ذَلِكَ إلَى التَّقْلِيدِ فَهُوَ قَدْ اخْتَلَفَ فِي مَذْهَبِ أَحْمَد الْمَنْصُوصِ عَنْهُ. وَاَلَّذِي عَلَيْهِ أَصْحَابُهُ أَنَّ هَذَا آثِمٌ أَيْضًا وَهُوَ مَذْهَبُ الشَّافِعِيِّ وَأَصْحَابِهِ وَحُكِيَ عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ الْحَسَنِ وَغَيْرِهِ أَنَّهُ يَجُوزُ لَهُ التَّقْلِيدُ مُطْلَقًا وَقِيلَ: يَجُوزُ تَقْلِيدُ الْأَعْلَمِ. وَحَكَى بَعْضُهُمْ هَذَا عَنْ أَحْمَد كَمَا ذَكَرَهُ أَبُو إسْحَاقَ فِي اللُّمَعِ وَهُوَ غَلَطٌ عَلَى أَحْمَد؛ فَإِنَّ أَحْمَد إنَّمَا يَقُولُ: هَذَا فِي أَصْحَابِهِ فَقَطْ عَلَى اخْتِلَافٍ عَنْهُ فِي ذَلِكَ وَأَمَّا مِثْلُ مَالِكٍ وَالشَّافِعِيِّ وَسُفْيَانَ؛ وَمِثْلُ إسْحَاقَ بْنِ رَاهَوَيْه وَأَبِي عُبَيْدٍ فَقَدْ نَصَّ فِي غَيْرِ مَوْضِعٍ عَلَى أَنَّهُ لَا يَجُوزُ لِلْعَالِمِ الْقَادِرِ عَلَى الِاسْتِدْلَالِ أَنْ يُقَلِّدَهُمْ وَقَالَ: لَا تُقَلِّدُونِي وَلَا تُقَلِّدُوا مَالِكًا وَلَا الشَّافِعِيَّ وَلَا الثَّوْرِيَّ. وَكَانَ يُحِبُّ الشَّافِعِيَّ وَيُثْنِي عَلَيْهِ وَيُحِبُّ إسْحَاقَ وَيُثْنِي عَلَيْهِ وَيُثْنِي عَلَى مَالِكٍ وَالثَّوْرِيِّ وَغَيْرِهِمَا مِنْ الْأَئِمَّةِ وَيَأْمُرُ الْعَامِّيَّ أَنْ يَسْتَفْتِيَ إسْحَاقَ وَأَبَا عُبَيْدٍ وَأَبَا ثَوْرٍ وَأَبَا مُصْعَبٍ. وَيَنْهَى الْعُلَمَاءَ مِنْ أَصْحَابِهِ كَأَبِي دَاوُد وَعُثْمَانَ بْنِ سَعِيدٍ وَإِبْرَاهِيمَ الْحَرْبِيِّ؛ وَأَبِي بَكْرٍ الْأَثْرَمِ وَأَبِي زُرْعَةَ؛ وَأَبِي حَاتِمٍ السجستاني وَمُسْلِمٍ وَغَيْرِهِمْ: أَنْ يُقَلِّدُوا أَحَدًا مِنْ الْعُلَمَاءِ. وَيَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِالْأَصْلِ بِالْكِتَابِ وَالسُّنَّةِ.

"(Bir meselede) Allah ve Rasulunun hükmünü öğrenmekten aciz olup da o mesele hakkında din ve ilim ehlinden olan birisine tabi olup, tabi olduğu kimsenin kavlinin diğerlerinden daha tercihe şayan olup olmadığını tesbit edemeyen kimseye gelince bu kimse övülür ve bu hususta sevab alır ve de kınanmaz ve ceza görmez. İstidlale ve racih olan görüşü tesbit etmeye kadir olup bazı meseleleri muhafaza ettiği halde bu meselelerde taklide dönen kimse hakkında ise Ahmed’den gelen rivayetler muhteliftir. Ahmed’in ashabı bu kimsenin günahkar olacağı kanaatindedir. Bu aynı zamanda Şafii ve ashabının görüşüdür. Muhammed bin Hasen ve başkalarından böyle bir kimsenin başkasını taklid etmesinin mutlak manada caiz olacağı rivayet edilmiştir. Kendisinden daha alim olan birisini taklid edebileceği de söylenmiştir. Ebu İshak’ın el-Luma adlı eserinde zikrettiği gibi bazıları bu görüşü Ahmed’den de rivayet etmişlerdir ancak bunun Ahmed’e isnad edilmesi galattır (hatadır) Bu hususta farklı rivayetler sözkonusu olsa da İmam Ahmed bunu ancak ashabı hakkında söylemiştir.

Malik, Şafi, Sufyan, İshak bin Rahaveyh, Ebu Ubeyd gibilere gelince, İmam Ahmed bir çok yerde, istidlale (delil çıkartmaya) kadir olan alimin (müctehidin) onları taklid etmesinin caiz olmadığını söylemiş ve şöyle demiştir: Beni taklid etmeyin! Maliki, Şafii’yi, Sevri’yi taklid etmeyin! Halbuki o, Şafii’yi, İshak’ı sever ve överdi. Aynı şekilde Maliki, Sevri’yi ve diğer imamları da överdi.

Ammilere (müctehid olmayanlara) ise İshak, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve Ebu Musabdan fetva istemelerini emrederdi.

Kendi ashabından Ebu Davud, Osman bin Said, İbrahim el Harbi, Ebu Bekr el Esrem, Ebu Zura, Ebu Hatim es Sicistani, Muslim ve diğerleri gibi alimlere ise alimlerden birini taklid etmeyi nehyeder ve şöyle derdi: Asıldan, yani Kitab ve Sünnetten istinbat edin!"
(Mecmu’ul Fetava, 20/225-226)

Açıkça görüleceği üzere seleften kendilerini taklid etmeyi nehyeden sözler sarfedenler bu sözleri alimlere hitaben söylemişlerdir. Günümüzde bazı kimseler ise alimlere hitaben söylenmiş olan bu sözleri alıp avamın önüne atarak, Kitap ve Sünnetten tek başlarına hüküm çıkartmaya davet etmekte ve de kendilerinin de cahilce fetva vermelerini bu şekilde meşrulaştırmaktadırlar. Halbuki Şeyhulislam İbn Teymiye’nin, İbn Kayyım’ın ve taklidi yeren diğer alimlerin sözleri iyi tetkik edildiğinde onların içtihad seviyesine ulaştıkları halde kendi mezheb alimlerini taklid etmeye devam eden kadı, müftü ve fakihleri tenkid ettikleri görülür. Yani bu selefi alimler ile diğerleri arasındaki tartışma, içtihad ehliyetine ulaşmış olan bir kimse başka bir müçtehidi taklid edebilir mi, meselesi hakkındadır. İbn Teymiyye’nin belirttiği üzere racih olan, bunun caiz olmamasıdır. Bu alimler içtihad seviyesine ulaşmamış avamın müçtehidleri taklid etmesinin caiz olacağını ise açıkça belirtmişlerdir.

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

Tavhid.org sitesine teşekkürler

Uydurma Ve Senedi Belirsiz Hikayeler Delil Olarak Kullanılamaz..!!!


Es Salamun Aleykum ve Rahmetullahi ve Bereketuhu Müslüman kardeşlerim.

Aşağıda okuyacağınız metinden anlaşılacak ki... Delili olmayan bi paylaşım, sahih olmayan bi paylaşım caiz değildir..!! Ama buna rağmen MÜSLÜMAN'ların çok kısmı. Bu metodla çalışıyor düşünmüyor ki Hakk Hesap günü cevap vericekler... Biliyoruz (Allahın izni ile) bunu okuyanların çoku böyle düzelmeye niyyetleri yok.. Allah islah etsin. Amin

Kur'ân, ancak sahâbe, tabiîn, ve onların yolunu izleyen imâmların tefsîr ettiği şekilde tefsîr edilebilir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den sahîh olarak rivâyet edilenler dışındaki bir hadis delîl olarak getirilemez. İmâmlara nisbeti sâbit olmayan hiçbir görüş kendilerine isnâd edilemez.

Kur'ân Allâh 'Azze ve Celle'nin kelâmı olup yaratılmamıştır. Allâh onu Rasulullâhsallallâhu aleyhi ve sellem'e indirmiş, O da hem lafzı ve hem de manâsıyla onu insanlara teblîğ etmiş, manâlarını açıklamıştır.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye Zikri (Kur'ân'ı) indirdik. Belki onlar da düşünürler."(Nahl, 16/44)

Ashâb-ı kirâm da Kur'ân'ın manâlarını kendilerinden sonra gelenlere aktardılar. Allâh'a sonsuz hamd-u senâlar olsun ki, Kur'ân'da manâsı herkesten gizli kalmış hiçbir şey bulunmamaktadır. Ashâb herhangi bir âyetin tefsîrinde ittifâk etmişse, onlara muhâlefet göstermek câiz değildir. İki görüşe ayrılmışlarsa, bir üçüncü görüş ileri sürmek de câiz değildir.

Sünnet, Kur'ân'ın yakın arkadaşıdır. Onu tefsîr eder ve açıklar. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e isnâd edilen söz, fîîl, takrîr gibi Sünnet'ten herhangi bir şeyle getirilebilmesi için sahîh olarak rivâyet edilmiş olması gerekir. Sahîh olarak rivâyet edilmesi ise, adâlet ve zabt vasıflarına sâhip râvilerin başından sonuna dek senedde hiçbir kopukluk olmaksızın, şûsuz (şazlık) ve illet vasıfları bulunmaksızın naklede gelmeleridir.(¹) Bununla birlikte hüccet olabilme vasfına zarar vermeyecek şekilde bazı râvilerde basit zabt kusuru bulunması suretiyle sahîhlikten hasenlik derecesine inmiş olan hadisler de delîl olarak alınabilir.(²)

Uydurma ve senedi belirsiz hikâyeler bir yana, zayıf ve münker hadisler kesinlikle delîl ve hüccet olamazlar. Zayıflık ve münkerliğini açıklama amacı dışında rivâyet edilemezler.(³)

Sahâbe, tabiîn ve daha sonra gelen İmâm Ahmed (241/855), İshâk b. Rahûye (238/852) ve Muhammed b. Nasr el-Mervezî (294/907) gibi imâmlara isnâd edilen görüşler, kendilerinden sahîh senedlerle gelmiyorsa ya da kendileriyle aynı asırda yaşamış ve görüşlerini benimseyen kimseler yoluyla rivâyet edilmiyorsa, bu tür görüşlerin sözü edilen imâmlara isnâdı câiz değildir. Buna rağmen bu tür rivâyetleri imâmlara nispet edenler yalan sözlerle iftirâ etmiş olurlar
.

Müellif: Faysal b. Kazzâr el-Câsim

Eser: Tecrîdu-t Tevhîd min Dereni-ş Şirki ve Şubehi-t Tendîd, S. 52-53


Dipnotlar:

1- Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Müctebâ Uğur "Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü" (s. 341-342).

2- Bu konuda daha geniş bilgi için bk. a.g.e. (s. 118-121).

3- Bu konuda daha geniş bilgi için bk. a.g.e. (s. 271-273, 427-429)

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

At-Tawhed.Blogspot.com sitesine teşekkürler

11 Temmuz 2016 Pazartesi

İlim Kalbe Atılmış bir Nurdur




Hâfız İbn Receb rahimehullah şöyle der:

 "Müteahhirinden bir çokları bu konuda fitneye düşmüşler; kelâmı, cidâli, dîni mesâilde hasımlığı çok olanın böyle olmayandan daha âlim olduğunu zannetmişlerdir. Bu katıksız bir cehâlettir.

Sahâbenin büyüklerine ve âlim olanlarına bak! Meselâ Ebu Bekr'e, Ömer'e, Ali'ye, Muâz'a, İbn Mes'ûd'a, Zeyd b. Sâbit'e bak! Onlar nasıldı? Onların sözleri, İbn Abbâs'ın sözlerinden azdır. Hâlbuki onlar, ondan daha âlimdirler.

Aynı şekilde tâbiînin kelâmı da, sahâbenin kelâmından daha çoktur, hâlbuki sahâbe onlardan daha âlimdirler. Tebe-i tâbiîn de böyledir. Onların da kelâmı, tâbiînin kelâmından daha çoktur. Hâlbuki tâbiîn onlardan daha âlimdirler.

O hâlde ilim, rivâyetin çokluğu ile de değildir, sözlerin çokluğu ile de değildir. İlim, kalbe atılmış bir nûrdur, kul onunla hakkı kavrar, onunla hak ile bâtılın arasını ayırır. Bunu da, vecîz ve maksadı hâsıl edecek ifadelerle anlatır."


Fadlu İlmi's-Selefi alâ İlmi'l-Halefi, s: 83-84

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

İmanmescidi.com sitesine teşekkürler

10 Temmuz 2016 Pazar

Tağuta Küfretmenin Sıfatı



Şeyhulislâm Muhammed b. Abdilvahhâb rahimehullah şöyle der:

"–Allah sana rahmet etsin- bil ki!

Allah'ın Âdemoğlu'na farz kıldığı şeylerin ilki, tâğûta küfredip Allah'a îmân etmektir. Bunun delîli Yüce Allah'ın şu buyruğudur: 'Andolsun ki biz, Allah'a ibâdet edin ve tâğûttan uzak durun diye (emretmeleri için) her ümmete bir rasûl gönderdik.' (16/Nahl, 36) Tâğûta küfretmenin sıfatı: Allah'tan başkasına ibâdetin bâtıllığına i'tikâd etmek, onları terk etmek, onlara buğzetmek, ehlini tekfîr etmek, o kimselere düşmanlık göstermektir.

Allah'a îmânın anlamı ise, Allah'ın; kendisinden başka hak ilâh olmayan yegâne ilâh ve tek ma'bûd olduğuna i'tikâd etmek, ibâdetin bütün çeşitlerini Allah'a hâlis kılmak, O'ndan başka bütün ma'bûdlardan ibâdeti nefyetmek, ihlâs ehlini sevip velî edinmek, şirk ehline buğzedip düşmanlık göstermektir. İşte! Yüz çevirenin kendine yazık ettiği Millet-i İbrâhîm budur! Yüce Allah'ın şu buyruğunda kendisinden söz ettiği 'güzel örneklik' de budur!

 Nitekim şöyle buyurur:
 'İbrâhîm'de ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örneklik vardır.' 
(60/Mümtehine, 4)

 Tâğût: Allah'tan başka kendisine ibâdet edilenler hakkında genel bir ifâdedir. O hâlde Allah'tan başka kendisine ibâdet edilen ve buna razı olan bütün ibâdet edilenler, tâbi olunanlar ve Allah ve Rasûlü'nün itaati dışında itaat edilenler tâğûttur.'

Bkz: ed-Dureru's-Seniyye (1/161)

Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız 

Facebook sayfamız


Twitter hesabımız 

İmanmescidi.com sitesine teşekkürler

9 Temmuz 2016 Cumartesi

KADINLARA ÖZEL ........... Bir kadın, namaz kılmak için, âdet kanının kesildiği süreyi nasıl belirleyebilir?




Bir kadın, âdet kanı kesildikten sonra namaza ne zaman başlayacağını (kılacağını) nasıl belirleyebilir?
Bu kadın, âdet kanının kesildiğine kanaat getirdikten sonra namaz kılmaya başlar da sonra tekrar bir kan veya kahverengi bir sıvı aktığını görürse, ne yapması gerekir?


Müellif : Muhammed bin Saleh el Muneccid 

Hamd, yalnızca Allah'adır.

Birincisi:

Bir kadın âdet kanı gördüğü zaman, az veya çok olsun, âdet kanı ne zaman kesilirse, o zaman âdetten temizlenmiş olur.Nitekim birçok fakih, âdetin (hayızın) en az süresinin; bir gün ve gece, en fazla süresinin ise, on beş gün olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.

Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- ise, âdetin (hayızın), en az ve en fazla süresinin tayininde herhangi bir sınır olmadığı, aksine âdet kanının bilinen vasıfları ne zaman bulunursa -ister az, isterse çok olsun-, o kanın, âdet kanı sayıldığı görüşüne varmıştır.

Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- yine şöyle demiştir:

"Allah Teâlâ, Kitap ve sünnette âdet (hayız) ile ilgili hükümler koymuştur. Fakat âdet (hayız) için en az süre ve en fazla süre konusunda bir şey takdir etmemiştir. Yine, İslâm ümmetinde genelleşmesine ve ümmetin ihtiyacı haline gelmesine rağmen iki âdet (hayız) arasındaki süre için belirli bir süre takdir etmemiştir."

Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- sonra şöyle demiştir:

"Âlimlerden kimisi, âdet süresinin en fazlası ve en azını tayin etmiş, fakat tayinde ayrılığa düşmüşlerdir.Kimisi de âdet süresinin sadece en fazlasını tayin etmiştir.Bu konuda doğru olan görüş ise, üçüncü görüştür ki o da şudur:

Âdet süresinin en fazlası ve en azı için herhangi bir sınır yoktur."


 (Mecmûu'l-Fetâvâ; c: 19, s: 237).

İkincisi:

Âdet kanından farklı vasıflarda başka bir kan vardır ki o da istihâze kanıdır.İstihâze kanı ile ilgili hükümler, âdet kanı ile ilgili hükümlerden farklıdır.İstihâze kanını, âdet kanından şöyle ayırt etmemiz mümkündür:

Renk: Âdet kanı, siyah renkte, istihâze kanı ise kırmızı renktedir.

İncelik ve kalınlık: Âdet kanı, kalın ve yoğundur, istihâze kanı ise, incedir.

Koku: Âdet kanı, pis ve çirkin bir kokusu vardır, istihâze kanı ise, pis kokulu değildir. Zirâ istihâze kanı, pis kokulu olmayıp damardan gelen normal kandır.

Donma: Âdet kanı, ortaya çıktığı zaman donmaz, istihâze kanı ise, donar.Zirâ istihâze kanı, damardan gelen bir kandır.

Böylece âdet kanının vasıfları (özellikleri) belli olmaktadır. Bu sebeple kadından çıkan kanın özellikleri âdet kanının özellikleri ile aynı ise, bu takdirde o kan, âdet kanıdır, boy abdestini gerektirir ve bu kan necistir. İstihâze kanı ise, boy abdesti gerektirmeyen bir kandır.

Âdet kanı, namazı kılmaya engel olur, istihâze kanı ise, namaz kılmaya engel olmaz. İstihâze kanı için korunmak ve diğer namaz vaktine kadar kan akıntısı devam ediyorsa, her namaz için abdest almak yeterlidir. Eğer namaz sırasında kan akarsa, bunun namaza bir zararı yoktur.

Üçüncüsü:

Bir kadın, âdetten temizlendiğini şu iki şeyden birisiyle öğrenebilir:

1. Rahimden çıkan ve kadının âdetten kesildiğine delâlet eden beyaz akıntının (sıvının) gelmesidir.

2. Kadının bu beyaz akıntısı (sıvısı) yoksa, fercinin tam kuru olmasıdır. Bu takdirde kadın, örneğin; kanın çıktığı yere beyaz pamuk koyarak kendisinin âdetten temizlenip-temizlenmediğini öğrenebiliir. Eğer pamuk çıkarıldıktan sonra temiz olursa, âdetten temizlenmiş demektir. Bu takdirde boy abdesti alır, daha sonra namazını kılar.Yok eğer pamuk kırmızı veya sarı veyahut da kahverengi (bulanık) bir renkte olursa, namaz kılmaz.

((كُنَّ نِسَاءٌ يَبْعَثْنَ إِلَى عَائِشَةَ بِالدُّرَجَةِ فِيهَا الْكُرْسُفُ فِيهِ الصُّفْرَةُ فَتَقُولُ: لَا تَعْجَلْنَ حَتَّى تَرَيْنَ الْقَصَّةَ الْبَيْضَاءَ تُرِيدُ بِذَلِكَ الطُّهْرَ مِنْ الْحَيْضَةِ.)) [ رواه البخاري معلقا ومالك ]

"Kadınlar (sahâbe kadınları), Âişe'ye -Allah ondan râzı olsun- içerisinde pamuk olan bir kap[1] gönderirlerdi. Bu pamuk âdet kanı ile sarı sıvı taşırdı.(Böylelikle namazın kılınıp-kılınamayacağını sorarlardı.)

Bunun üzerine Âişe -Allah ondan râzı olsun- onlara:

- Beyaz akıntıyı[2] görünceye kadar acele etmeyin!" diye cevap verirdi. (Âişe -Allah ondan râzı olsun-) beyaz akıntıdan, âdetten temizlenmeyi kastederdi." 

(Buhârî; ta'lik olarak rivâyet etmiş, Hayız Kitabı, Hayız kanının gelmesi ve gitmesi (kesilmesi). Mâlik; hadis no: 130).

Eğer kadın, âdetten temizlendikten sonra kendisinden sarı veya bulanık bir sıvı gelirse, bu sıvı bir şey sayılmaz. Kadın namazını bırakmaz. Boy abdesti almasına da gerek yoktur. Çünkü boy abdestini gerektiren bir şey yoktur ve bu durum cünüplük de sayılmaz.

Nitekim Ümmü Atiyye'nin -Allah ondan râzı olsun- rivâyet ettiği hadiste, o şöyle demiştir:

(( كُنَّا لَا نَعُدُّ الصُّفْرَةَ وَالْكُدْرَةَ شَيْئًا.)) [رواه أبو داود والبخاري ولم يذكر (بعد الطهر) ]

"Bizler, sarı sıvı ile (kahverengi) bulanık sıvıyı, hayızdan (âdet kanından) saymazdık. (Fakat yıkanması ve abdest alınması gereken bir sıvı sayardık.)" 

(Ebu Davud; hadis no: 307. Buhârî; hadis no: 320).

Beyaz akıntı (sıvı), âdet kanı ile birleşirse, bu takdirde âdetten sayılır.

Dördüncüsü:

Bir kadın, temzilendiğine inanır ve kanaat getirdikten sonra kendisinden kan gelirse, eğer gelen kan, yukarıda açıklanan âdet kanının vasıflarını taşıyorsa, bu takdirde âdet kanı (hayız) sayılır. Yok eğer âdet kanının vasıflarını taşımıyorsa, bu takdirde istihâze (özür) kanı sayılır.

Buna göre birinci durumda namaz kılmaz.

İkinci durumda ise, fercini sıkıca bağlar, sonra abdest alıp namazını kılar.

Kahverengi olan bulanık sıvıya gelince, -bildiğimiz gibi- eğer âdetten temizlendikten sonra bu sıvıyı görürse, bu takdirde o, temiz hükmündedir.Fakat bu, sadece abdest almayı gerektirir. Yok eğer âdet günlerinde bu sıvıyı görürse, bu takdirde o, âdet kanı hükmündedir.

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

[1] Hadiste geçen ed-Durce'den kasıt: Kadının, güzel kokusunu ve eşyasını koyduğu kaptır.

[2] Hadiste geçen el-Kassa'dan kasıt: Âdetten kesildikten sonra kadının fercinden çıkan beyaz sıvıdır.


Resmi sitemiz :

Telegram kanalımız :

Facebook sayfamız :

Twitter hesabımız :

İslamqa.info sitesine teşekkürler.