20 Mayıs 2017 Cumartesi

Kişi Ne İle Müslüman Olur?

telegram kanalmiza davetlisiniz: TELEGRAM.ME/AHADUNAHAD
_____________________________________________________________________________________
İslam Hukuku Açısından TEKFİR Şartları ve Ahkâmı
Yazar: Faruk Furkan
Konu: Kişi Ne İle Müslüman Olur? 

Gerek Kitap ve Sünnet'in nasları gerekse İslam ulemasının kavilleri fertler ve toplumlar için tevhid kelimesi La İlahe İllallah'ı ikrar etmeleriyle birlikte İslam akdinin başladığını ortaya koymaktadır. Bu hususta herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine gelenlerden bu kelimenin ikrarını onların İslam’ı için yeterli görmüş ve bu kelime sayesinde onların mal ve canlarını koruma altına almıştır.

İbn-i Receb el-Hanbelî şöyle der:
“Kesin olarak bilinen şeylerden biride şudur: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girmeyi isteyerek kendisine gelen kimseden yalnızca şehadeteyni kabul eder ve bu sebeple onun kanını korur, kendisini Müslüman addederdi.”    "Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem", sf. 118

İbn-i Ömer radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah'ın elçisi oldu- ğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa -İslâm'ın hakkı hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah'a aittir.”       Buhârî, Kitabu’l iman,17; Müslim, Kitabu’l iman, 20.

Ebu Hureyre radıyallâhu anh’den nakledilen diğer bir rivayette ise şöyle geçer:
“Bana ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar insanlarla savaşmak emredildi. Artık her kim ‘Lâ ilâhe illallah’ derse -İslam’ın hakkı müstesna- malını ve canını benden korumuş olur. Artık onun hesabı Allah’a aittir.     Müslim, Kitabu’l iman, 21.

İmam Nesâî’nin Sünen'inde ise şöyle bir farklılık vardır:
“Bana Allah’tan başka (hak) bir ilâhın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahadet edene kadar müşriklerle savaşmak emredildi…”     Nesâî, hadis no: 3903.

Hadis kitaplarında bu konuya ilişkin birçok rivayet bulmak mümkündür. Maksat hâsıl olduğu için biz bu rivayetlerle iktifa ediyoruz. Tüm bu hadisler yukarıda da söylediğimiz gibi Tevhid Kelimesi'nin ikrarının İslam akdi için sabit olduğu, bu kelime ile insanların mallarını ve canlarını koruma altına aldıklarını göstermektedir. Bununla beraber hadisin zahirinde bir müşkilatın varlığı da aşikârdır. Zira verdiğimiz hadislerin zahiri savaşı sadece Tevhid Kelimesi'ni ikrar etmeyen, namaz kılmayan ya da zekât vermeyen kimselere hasretmekte, tevhid kelimesini ikrar edip namaz kılan ve zekât verenler nübüvveti ya da ahireti inkar etseler dahi sava- şılamayacağını göstermektedir. Halbuki Rasulullah'ın risaletini ikrar ettiği halde risalet iddiasında bulunan taifelerle savaşılacağı hususunda sahabe icması mevcuttur.

 Diğer taraftan hadislerin zahirine göre bütün insanlarla bu şartlar tahakkuk edene kadar savaşmak vaciptir. Ancak bilindiği üzere cizye ödeyen ve anlaşma yapan bazı taifelerle savaşılmamaktadır. İşte hadislerin zahirinde mevcut bu müşkilattan dolayı İslam alimleri tarafından hadis tevil edilmiş, diğer naslarla beraber anlaşılmıştır. Bundan dolayı

Hafız İbn-i Hacer rahimehullah
"Rasulullah'ın risaletine şahitlik etme şartı onun getirdiği şeylerin tamamına iman etmeyi gerekli kılar. Aynı zamanda hadiste geçen – ancak İslam'ın hakkı müstesna- ifadesi bunların tümünü kapsamaktadır"     İbn-i Hacer el-Askalânî, “Fethu’l-Bârî”, 1/114
dedikten sonra hadisin teviline dair 6 görüş getirmiştir. Bunlardan en çok kabul gören yorum şu ikisidir:

Hadiste geçen "…insanlar…" ifadesinin orijinal metninin başındaki – Elif Lam- harfi umum ifade eder. Buna göre her türlü kafir ve müşrik ifadenin kapsamına girer. Ancak bu umum ifade diğer naslarla tahsis edilmiştir

İkinci olarak ise "…insanlar…" ifadesinin orijinal metninin başındaki – Elif Lam- ahdi zihni bildirir ki, bununla genel ifadeden özel bir şey yani ehli kitap dışındaki müşrikler kastedilmiştir.
Daha geniş bilgi için bkz. “Fethu’l-Bârî”, 1/114

Sonuç olarak hadisten anlaşılanın Tevhid Kelimesi La İlahe İllallah'ın ikrarı ile İslam akdinin sabit olacağı kaidesi tüm toplumlar ve tüm fertler için geçerli olmadığıdır. Bu noktada bir ayrım kaçınılmazdır. Yeryüzünün neresinde ve hangi akideye sahip olursa olsun herkes sadece Tevhid Kelimesi'ni ikrar etmekle Müslüman olarak addedilemez. Ayrıca kişi sadece Tevhid Kelimesini ikrar etmekle Müslümanlara uygulanan hakların tamamını da elde edemez. Buna karşılık bu kelimenin ikrarı kâfirlerin aleyhine olan bazı hükümlerin –kılıç hükmü gibi- uygulanmasını durdur.

 Konuya Dair İslam Âlimlerinin Görüşleri

Gerek seleften gerekse haleften konuya dair açıklamalarda bulunan İslam alimlerinin tamamı yukarıda vermiş olduğumuz sonuç parağrafındaki cümlelerimizi sarih bir şekilde eserlerinde belirtmişlerdir

İmam Hattabî der ki:
“Malumdur ki bununla ehli kitap değil putperestler kastedilmiştir. Çünkü ehli kitap olanlar Allah’tan başka ilâh yoktur derler de yine de onlarla savaşılır ve tepelerinden kılıç inmez.”     Bkz. İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 1/167

Kadı Iyâz der ki:
“Mal ve can dokunulmazlığının “La İlahe İllallah” diyenlere mahsus oluşu imana icabetin ifadesidir. Bu sözle kastedilenler Arap müşrikleri olan putperestler ve bir Allah’ı tanımayanlardır. İlk defa İslam’a davet olunanlar ve bu uğurda kendileri ile harb edilenler bunlardır. La İlahe İllallah kelimesini telaffuz edenlere gelince onların dokunulmazlığı için yalnız “La İlahe İllallah” demeleri kâfi değildir. Çünkü onlar bu kelimeyi küfür halinde iken söylemektedirler. Zaten Allah’ı birlemek onların itikatları cümlesindendir.”     Bkz. İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 1/167.

İbn-i Battâl şöyle der:
 “Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bu babın hadisini Allah’ı birlemeyen ve kendilerine “Lâ ilâhe illallah” denildiğinde büyüklük taslayan putperestlerle savaş ortamında söylemiş ve bunun akabinde onları Allah’ı birleyerek putları terk etmeye davet etmiştir. Onlardan kim bunu ikrar ederse zahiren İslam’a girmiş oluyordu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem Allah’ı birledikleri halde kendi peygamberliğini kabul etmeyen küfür ehli diğer insanlarla ise savaşını sürdürmüştür.”     İbn-i Battâl, “Şerhu Sahihi’l-Buhârî”, 2/53

İmam Beğavî der ki: 
“Bu tevhidi kabul etmeyen putperestler hakkındadır. Böyleleri kelime-i tevhidi ikrar ederlerse onların Müslüman olduklarına hükmedilir. Tevhidi kabul ettiği halde peygamberliği inkâr eden kimseye gelince; bu kimse “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür” demediği sürece sırf “Lâ ilâhe illallah” demesi sebebiyle İslam’ına hükmolunmaz. “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür” derse o zaman Müslüman olur. Ancak bu kimse “Muhammed yalnızca Araplara gönderilmiş bir peygamberdir” diyen kimselerden ise Rasûlullâh’ın tüm insanlığa gönderildiğini ikrar edene kadar yine İslam’ına hükmedilmez. Sonra ahirete inandığını ve İslam’ın haricindeki tüm dinlerden uzak olduğunu ikrar etme noktasında imtihan edilmesi gü- zel görülmüştür.”     İmam Beğavî, “Şerhu’s-Sünne”, 10/243. 2562 nolu hadisin şerhi.

Bedreddin el-Aynî şöyle der: 
“Hadisin zahiri müşrik(ler) hakkında söylendiğini gösteriyor. Bir müşrik “Lâ ilâhe illallah” derse bununla, onun Müslüman olduğuna hükmolunur. Şayet ölünceye kadar bu hâl üzere devam ederse cennete gider. Fakat şahadet getiren kimse Allah'a inanıp da, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğini tasdik etmez yahut onun hassaten Araplara gönderildiğini iddia ederse sırf “Lâ ilâhe illallah” demekle Müslüman olduğuna hükmedilmez. Mutlaka “Muhammedün Rasûlüllah” demesi gerekir.”     Bedreddin el-Aynî, “Umdetü’l Kari Şerhu Sahihi’l Buhârî”, 8/5970.

İmam Muhammed “es-Siyeru’l Kebîr” adlı değerli eserinin 4510. bendinde şöyle der:
“Daha öncede belirttiğimiz gibi kâfir, üzerinde bulunduğu inancın hilafına bir şeyi açığa vuracak olsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir. Bu konuda temel dayanak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in “İnsanlar ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum” sözüdür. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: 
"Çünkü kendilerine “Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilâh yoktur” denildiği zaman kibirle direnirlerdi.” (Sâffât/35) 

İmam Muhammed “es-Siyeru’l Kebîr” adlı değerli eserinin  4519. bentte de şöyle der:
“Bu gün Müslümanlar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh” diyecek olsa, o bu sözü ile Müslüman olmaz.”
Kitabı şerh eden büyük Hanefî âlimi İmam Serahsî ise bu metni şöyle açıklar:
 “Çünkü herkes biliyor ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu sözü ile ilgili açıklama istediğimiz zaman: ‘Muhammed Allah’ın size gönderilmiş Rasûlüdür, İsrailoğullarına değil’ derler…” “… O halde onlardan birinin Müslüman olduğuna hükmedebilmemiz için bu söze ilave olarak kendi dininden teberri ettiğini (beri olduğunu) da ifade etmesi gerekir. Mesela Hıristiyan ise ‘ben Hıristiyanlıktan beriyim’, Yahudi ise ‘ben Yahudilikten beriyim’ demesi gerekir. Kendi inancına muhalif olan bu sözü ilave etiği zaman ancak Müslüman olduğuna hükmedebiliriz.” 

İmam Muhammed şöyle devam eder:
 “Hıristiyan biri: “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ederim, ben Hıristiyanlıktan beriyim” dese bu sözle Müslüman olmaz.” İmam Serahsî bu bendin şerhinde der ki: “Olabilir ki bu sözüyle Yahudiliğe girdiğini anlatmak istemektedir… Ancak kişi, bu sözü söyledikten sonra İslam’a girdiğini belirtirse, söz konusu ihtimal ortadan kalkmaktadır. Artık o kimse Müslümandır.”    Bkz. “Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr”, 4510. madde ve devamı.

Burada oldukça dakik bir nükteye dikkat çekmek isterim. İbn-i Abidin “Haşiye"sin'de İmam Serahsi’nin bu sözünü zikrettikten sonra şöyle der: 
“Bir putperest ‘Ben Müslümanım, Muhammed’in dini üzerindeyim…’ derse bu sözü ile Müslüman olur. Aynı şekilde bizim beldemizdeki Yahudi ve Hrıstiyanlarda bu sözleri ile Müslüman olurlar. Zira bizim beldemizdeki Yahudi ve Hristiyanlar (kendi dinleri üzerinde iken) ‘Ben Müslümanım’ demezler. Nitekim onlar bir işi yapmamaya azmettikleri zaman ‘Eğer böyle yaparsam Müslüman olayım’ derler.”    Haşiyetu İbn-i Abidin 4/228

Burada dikkat çekmek istediğim husus şudur: Yukarıda vermiş olduğum nakillerde İmam Muhammed ve İmam Serahsi bir Yahudi ve Hrıstiyan’ın “Ben Müslümanım” demesiyle Müslüman olmayacağını belirtirlerken aynı mezhepten olan İbn-i Abidin zahiren muhalif bir fetva vermektedir. İmam Muhammed ve İmam Serahsi’nin fetvalarının illeti o dönemde yaşayan Yahudi ve Hrıstiyanların kendi dinleri üzerinde iken “Ben Müslümanım” demeleridir. İbn-i Abidin’in fetvasının illeti ise kendi döneminde ve kendi beldesinde yaşayan Yahudi ve Hrıstiyanların bu lafzı kullanmamalarıdır. Bundan anlaşılan ise şudur: Bir kimsenin Müslüman olarak kabul edilebilmesi için, Müslüman olmadan önce taşıdığı akidenin önemi büyüktür. Bu noktada temel kural İmam Muhammed'in de yukarıda vermiş olduğumuz sözünden anlaşılacağı üzere kişinin mevcut akidesini terk ettiğini ortaya koyan söz ve ameli ile Müslü- man olarak isimlendirilebileceğidir. Nitekim bunun açıklaması olduça geniş bir şekilde bir sonraki başlığımızda ele alınacaktır. Burada son olarak İmam Tahavi'nin konuya dair oldukça nefis açıklamalarına yer vermek isterim. 

İmam Tahavi konu hakkında yukarıda vermiş olduğumuz bilgilerin benzerlerini zikrettikten sonra şöyle der:
"Kafir bir kimse, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik getirmedikçe, İslam'ın dışındaki bütün dinleri reddedip onlardan uzak kalmadıkça Müslüman olmaz, onun lehine ve aleyhine İslam'ın hükümleri tahakkuk etmez. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine İslam'ın alametine dair soru sorulunca Muaviye b. Hayde'ye "Kendimi Allah'a teslim ettim ve (onun dışındaki her mabuddan) uzaklaştım deyip namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, müşrikleri bırakıp Müslümanlara katılmandır" diye cevap verdiğine, terk edip uzaklaşmak ise bütün dinleri terk edip Allah'a yönelmek olduğuna göre, bununla İslam'ın dışındaki her türlü inançtan uzaklaşmayan kimsenin sadece bu kadarı ile İslam'a girdiğinin bilinmeyeceği de sabit olmaktadır. İşte bu İmam Ebu Hanife'nin, Ebu Yusuf'un ve Muhammed'in de –Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun- görüşüdür."   "Şerhu Meâni'l Âsar", 5/212-213

Yukarıda "Ayrıca kişi sadece Tevhid Kelimesini ikrar etmekle Müslü- manlara uygulanan hakların tamamını da elde edemez. Buna karşılık bu kelimenin ikrarı kafirlerin aleyhine olan bazı hükümlerin –kılıç hükmü gibiuygulanmasını durdur" sözümüze dair

İbn-i Hacer'in şu sözünü de nakletmek yerinde olacaktır:
"Bu hadiste La İlahe İllallah diyen bir kimsenin –buna başka bir şey ilave etmese dahi öldürülmesinin engelleneceğine dair bir delil vardır. Bu böyledir ancak kişi sırf bununla Müslüman olur mu? Tercih edilen görüşe göre bununla Müslüman olmaz. Denenene dek öldürmekten el çekmek gerekir."     İbn-i Hacer el-Askalânî, “Fethu’l-Bârî”, 13/392

Sonuç olarak üstte Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den naklettiğimiz hadislerde yer alan “insanlarla savaşmakla emrolundum” ifadesinde ki “insanlar”dan kasıt tüm ulemaya göre putperest Arap Müşrikleridir. Zaten bu, İmam Nesâî’nin rivayetinde açıkça ifade edilmiştir.     Bkz. Nesâî, 3903 nolu hadis.

Hadislerin yorumuna dair âlimlerden yaptığımız alıntılar ise son derece önemlidir. Onların tamamı “Lâ ilâhe illallah” şahadetini -putperestler gibi- aslen onu kabul etmeyen kimseler hakkında geçerli saymışlardır. Haddi zatında onu kabul ettiği halde halen şirk inançlarında devam eden kimseler hakkında ise bu kelimeyi onların İslam’ı için yeterli görmemişler, bununla beraber üzerlerinde bulundukları şirki reddeden sarih ifadeler kullanmalarını da şart koşmuşlardır. Burada bazı noktalara işaret etmekte fayda vardır.

1-) Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine gelen müşriklerden sadece “Lâ ilâhe illallah” demelerini onların Müslüman olmaları için yeterli görüyordu. Bunun nedeni ise “Lâ ilâhe illallah” şahadetinin içerdiği harflerin söylenmesi ile İslam’a alamet değil bilakis şirkten tevbe etmeye sembol oluşuyla İslam’a alamet olmasıdır.     Bkz. “Güncel İtikat Meseleleri”, sf. 18

Yani o zamanın insanı bu kelimeyi telaffuz ettiğinde bununla üzerinde bulunduğu akideyi terk ettiğini ilan etmiş oluyordu. Bu nedenle de Hz. Rasûlullâh onları Müslüman kabul ediyor ve hem canlarını hem de mallarını güvence altına alıyordu. Daha sonraki dö- nemlerde aynı kelimeyi telaffuz ettiği halde üzerinde bulunduğu şirk akidesini terk etmeyen insanların türemesi sonucu Rasûlullâh’ın varisleri olan müctehid âlimler bu meseleyi ele almış ve şirk halinde “Lâ ilâhe illallah” diyen kimselerin İslam’ını geçerli saymamışlardır. Bu noktada Kadı Iyaz’ın tespitini tekrar hatırlatmakta gerçektende çok yarar vardır.

 Ne diyordu o değerli İmam? 
“La İlahe İllallah kelimesini telaffuz edenlere gelince onların dokunulmazlığı için yalnız “La İlahe İllallah” demeleri kâfi değildir. Çünkü onlar bu kelimeyi küfür halinde iken söylemektedirler. Zaten Allah’ı birlemek onların itikatları cümlesindendir.”     Bkz. İmam Nevevî, "Şerhu Sahîhi Müslim", 1/167.

Haydar Hatipoğlu şöyle der:
 “Onlar (yani Ehl-i Kitap) tevhid kelimesini Müslümanlığı kabullenmek üzere getirmezler. Putlara tapanlar ise Allah’a bir takım ortaklar koşarlar ve bunların hepsinin ilâh olduğunu söylerler. Bu itibarla putlara tapan müşrikler Tevhid kelimesini getirmekle Müslümanlığı kabul ettiklerini itiraf etmiş olurlar.”     Haydar Hatipoğlu, "İbn-i Mâce Şerhi", 10/133.

2-) Üstte Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadisler de bazı farklılıklar vardır. Bu hadislerin bazısında insanların sadece “Lâ ilâhe illallah” demelerini yeterli görmüşken bazılarında da “Muhammedün Rasûlullâh” demelerini şart koşmuştur. Diğer bazı rivayetlerde de bu iki şarta ilaveten bizim kıldığımız gibi namaz kılmayı, bizim kıblemize yönelmeyi ve bizim kestiklerimizi yemeyi de ayrıca zikretmiştir. Bu farklılıkların sebebi ise İmam Taberî ve başka âlimlerin belirttiğine göre şöyle izah edilebilir: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem birinci şartı, haddi zatında Allah’ı birlemeyen müşriklere getirmiştir. İkinci şartı, Lâ ilâhe illallah’ı kabul ettiği halde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamber oluşunu inkâr edenlere şart koşmuş. Üçüncü şartı ise, bunların her birini kabul ettiği halde İslam’ın emir ve yasaklarına boyun eğmeyenlere getirmiştir. Bu taksimattan anlaşıldığına göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem her insanın eksik olduğu noktayı tespit ediyor ve onun bu eksikliğini giderme adına onun için şartlar getiriyordu. Örneğin Lâ ilâhe illallah’ı kabul eden birisinin Müslüman olabilmesi için ona “Lâ ilâhe illallah de” demiyor; aksine böylesi biri için “Muhammedün Rasûlullâh” demesini zorunlu kılıyordu. Ya da şehadeteyni kabul ettiği halde İslam’ın ahkâmına boyun eğmeyenlere hükümlere itaat etmelerini şart koşuyordu. Bu da gösterir ki, bizlerinde aslen “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh” dediği halde hayatından şirki atamamış insanlara Müslüman muamelesi yapabilmemiz için onların şirki reddeden cümlelerini duymamız gerekmektedir. Bu, hadislerden elde edilen güzel bir çıkarımdır.

3-) İmam Serahsî ve Aynî gibi âlimlerin belirttiği üzere, Allah’ı birleyip Rasûlullâh’ı kabul ettiği halde şirk içerisinde olan bir insan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh” dese, böylesi birine Müslüman hükmü verebilmemiz için kesinlikle onun ağzından var olan şirkini reddeden bir cümle duymamız gerekmektedir, aksi halde ona İslam hükmü veremeyiz. 

İmam Aynî der ki: 
“Âlimlerimizin çoğunluğu “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh” diyen ehli kitap birisinin İslam’ının sahih olabilmesi için şehadeteyni telaffuz etmesinin yanı sıra birde “İslam dininin dışındaki tüm dinlerden beri oldum” demesini şart koşmuşlardır…”    Bedreddin el-Aynî, “Umdetü’l Kârî Şerhu Sahihi’l-Buhârî”, 8/5971.

Tüm bu nakillerden sonra diyoruz ki; bu gün “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh” dedikleri halde şirk bataklığında boğulmuş, hayatlarının geneli küfür üzere olan, yaşantılarına helal ve haram sınırlarını Allah’tan başkalarının çizdiği, tâğuta kul ve köle olmuş insanların bu kelimeyi söylemiş olmaları neticesinde kendilerine, İslam’ı yakînen sabit olmuş Müslümanlara yapılan muamelenin aynısının yapılması son derece tutarsızdır. Bir kere bunların bizim nezdimizde İslamlarının sabit olması için kesinlikle kelime-i şehadeti telaffuz ediyor olmaları yeterli değildir; çünkü onlar bu kelimeyi -Kadı Iyaz’ın da belirttiği gibi- küfür ve şirk halinde de söylüyorlar. Bizim onların İslamlarını kabul etmemiz için kelime-i Tevhidi ikrar etmelerinin yanı sıra birde şirk akidelerinden uzaklaştıklarını gösteren açık karinelere şahit olmamız gerekmektedir. Bu karineler olmaksızın onlara İslam hükmü vermemiz ve bu tezimizi de Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadislere dayandırmamız hadislerin maksat ve muradını göz ardı ederek zahire yapışmamızdan başka bir şey olmaz. Üstte görüldüğü üzere “Lâ ilâhe illallah” diyen hatta buna “Muhammedün Rasûlullâh” cümlesini ekleyen Kitap Ehli kimselere ulemadan hiç birisi -sırf bu şahadeti sebebi ile- Müslüman hükmü vermemiştir. Onların Kitap Ehli olması ile asrımızdakilerin hüküm açısından hiçbir farkı yoktur. Onlar Rasûlullâh’ın nübüvveti noktasında şirke düşmüşken bu günküler Allah’ın en bariz hakkı olan “teşri” hakkını kendilerinde görerek veya bu hakkı insanoğluna vererek şirke düşmüşlerdir. Her iki taifenin de ortak noktası şirktir. Aralarında illet birliği olduğundan dolayı onların ehl-i kitap olması, bunların ise kendilerini İslam’a nispet etmesi sonucu değiştirmez.

 İmam Muhammed der ki:
 “Kim daha önce üzerinde bulunduğu bilinen itikadının aksini ifade edip (Müslümanlık iddiasında bulunursa) onun İslam’ına hükmedilir.”     “Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr”, 4510. madde.

Bizim, akidesi bozuk olan ve şirk içerisinde hayatlarını idame ettiren insanlara İslam hükmü vermemiz -İmam Muhammed’in de belirttiği gibiiçinde bulundukları itikadın hilafına bir şey ortaya koymalarından sonra mümkündür. Örneğin Hâkimiyeti Allah’ın elinden alıp başkalarına veren ve Allah’ı göklere hapsedip yeryüzünde ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlara itaat eden birisinin bizler yanında Müslüman muamelesi görebilmesi için bu inancından vazgeçtiğini izhar etmesi ve bizimde bunu bir şekilde öğ- renmesi gerekmektedir. Aksi halde sapkın itikadının hilafını izhar etmediği için sırf kelime-i şahadet getiriyor diye tarafımızca onun İslam’ına hükmedilmesi söz konusu değildir. Bu hususu dile getirmemizin gerekçesi ise; kitabın ilerleyen sayfalarında detaylıca ele alınacak olan tekfir kaidelerinin bu gibi insanlar üzerinde uygulanmayacağı, aksine bu kaide ve kuralların uygulanabilmesi için kişinin kesinlikle ve kesinlikle yakînen İslam’a girmiş ve şirkten tamamen kendisini arındırmış birisi olmasının zorunlu olduğunun bilinmesidir. Bu mesele iyice anlaşılmadan tekfir meselesi hakkında kesinlikle isabetli bir sonuca varmış olamayız. İsabetli bir sonuç elde etmek istiyorsak, şirk üzere hayatlarını sürdüren insanlarla bir maniden dolayı şirke düşmüş muvahhid Müslümanları muhakkak birbirinden tefrik etmeliyiz. Bu tefrik edilmeden ne tekfir meselesi vuzuha kavuşacaktır ne de insanların hükmü. 

30 Nisan 2017 Pazar

KANSER HASTALIGNIN TEDAVISI (Allahin izni ile)

بِسْمِ اللهِ، اَلْحَمْدُ ِللهِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى رَسُولِ اللهِ وَبَعْدُ


Ayet ve hadislerden oluşan, bu tedaviyi tecrübe eden Suudi Arabistanlı bir kardeş, aralarında; kan, göğüs, rahim, mide ve akciğer kanserlisinin de bulunduğu yüz on sekiz kanserliye, bu tedaviyi uygulamıştır. Muhakkak ki Allah (Azze ve Celle) her hal üzere tam bir şifa ile ihsanda bulunmuştur. Allah (Azze ve Celle) Kur’an’ı kerim’de şöyle buyuruyor:

“Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz. (Kur’an) zalimlerin ise ancak ziyanını arttırır.”     İsra 82

Allah-u Teâlâ şifanın hâsıl olması için imanı şart kılmış ve şifanın, Kur’an’da olduğunu kesinleştirmiştir. Kur’an’dan hâsıl olan şifanın, yalnızca kalplerin şifası olduğu kastedilmemiş, lakin şifanın genel olduğu kastedilmiştir. “Kur’an’dan şifa olan şeyi indiriyoruz…” ayeti kerimesindeki şifa, hastalıkların hepsi için umumîdir.

Tedavisi tıbben tamam olan hastalıklardan, doktorların iyileşmelerinden ümidi kesmeleri ve o hastaların sadece son iki haftası kaldı diye sınırlamalarından sonra, hastalar son olarak Kur’an’la tedavi edildi. Çeşitli kanserli hastalardan, yüz on sekiz kişinin tedavisi tamamlandı, hepsi de Allah (Azze ve Celle)’nin izniyle iyileşti. Tedavi; Kur’an’ı Kerim’i iyice dinlemeyi üzerine Kur’an okunmuş suyla yıkanmayı, o sudan içmeyi ve kanserli olan bölgenin üzerini Kur’an okunmuş zeytinyağı ile yağlamayı gerektirir.
Tedaviyi Uygulama Metodu
1) Aşağıdaki ayetler bir hafta süreyle günde bir kez yıkanmak ve üç bardak içmek için yeterli miktar da suya yedi defa okunmalıdır.

2) Söz konusu ayetler yirmi bir gün süreyle hastalığa yakalanmış uzva sürmek için zeytinyağından yeterli miktar üzere okunmalıdır.

3) Ayetlerin okunmasından sonra, su ve zeytinyağına aşağıda gelen hadislerdeki dualar da okunmalıdır.

4) Hastalığın kanda mevcud olması durumunda; zeytinyağı, omurga kemiği ile sağ ve sol ayağa sürülmelidir. Göğüs, rahim, mide ve akciğer gibi iç bölgelerde olması durumunda ise uzva dışardan sürülmelidir.

5) Zeytinyağını sürmekle beraber yıkanmaya ve içmeye yirmi bir gün süreyle devam etmeli, okunması gereken ayet ve hadisler haftada bir kez tekrar edilmelidir. Sabah, öğle ve gece birer bardak üzerine okunmuş sudan içilmelidir.


Ayetler

Fatiha Suresi

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم ﴿1﴾ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿2﴾ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ ﴿3﴾ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ﴿4﴾ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ﴿5﴾ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ﴿6﴾ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ﴿7


Bakara Suresi 1. Ayetten 5. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

الم ﴿1﴾ ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ﴿2﴾ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ ﴿3﴾ وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالأَخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿4﴾ أُولَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿5


Bakara Suresi 163. Ayetten 165. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَانُ الرَّحِيمُ ﴿163﴾ إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ لاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿164﴾ وَمِنْ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَندَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ. ﴿165﴾


Bakara Suresi 255. Ayetten 257. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

اَللَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ ﴿255﴾ لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنْ الغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدْ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ ﴿256﴾ اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمْ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنْ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿257


Bakara Suresi 284. Ayetten 286. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللَّهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ﴿284﴾ آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ ﴿285﴾ لاَ يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ ﴿286


Âl-i İmran Suresi 1. Ayetten 5. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

الم ﴿1﴾ اَللَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ ﴿2﴾ نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالأِنْجِيلَ ﴿3﴾ مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَأَنْزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ ﴿4﴾ إِنَّ اللَّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ ﴿5


Âl-i İmran Suresi 18. Ayet

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ﴿18


Âl-i İmran Suresi 26 ve 27. Ayetler

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

قُلْ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ﴿26﴾ تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنْ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنْ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿27


A’raf Suresi 54. Ayetten 56. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

إِنَّ رَبَّكُمُ اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ ﴿54﴾ ادْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ ﴿55﴾ وَلاَ تُفْسِدُوا فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَةَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِنَ الْمُحْسِنِينَ ﴿56


A’raf Suresi 117. Ayetten 119. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ ﴿117﴾ فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿118﴾ فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانقَلَبُوا صَاغِرِينَ ﴿119


Yûnus Suresi 79. Ayetten 82. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ائْتُونِي بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ ﴿79﴾ فَلَمَّا جَاءَ السَّحَرَةُ قَالَ لَهُمْ مُوسَى أَلْقُوا مَا أَنْتُمْ مُلْقُونَ ﴿80﴾ فَلَمَّا أَلْقَوْا قَالَ مُوسَى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُ إِنَّ اللَّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللَّهَ لاَ يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ ﴿81﴾ وَيُحِقُّ اللَّهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ ﴿82﴾


Ta-Ha Suresi 65. Ayetten 69. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

قَالُوا يَامُوسَى إِمَّا أَنْ تُلْقِيَ وَإِمَّا أَنْ نَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَلْقَى ﴿65﴾ قَالَ بَلْ أَلْقُوا فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَى ﴿66﴾ فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُوسَى ﴿67﴾ قُلْنَا لاَ تَخَفْ إِنَّكَ أَنْتَ الأَعْلَى ﴿68﴾ وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا ﴿69﴾


Mu’minûn Suresi 115. Ayetten 118. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ ﴿115﴾ فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ ﴿116﴾ وَمَنْ يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لاَ بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِنْدَ رَبِّهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ ﴿117﴾ وَقُلْ رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ ﴿118﴾


Haşr Suresi 21. Ayetten 24. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

لَوْ أَنْزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿21﴾ هُوَ اللَّهُ الَّذِي لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَانُ الرَّحِيمُ ﴿22﴾ هُوَ اللَّهُ الَّذِي لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلاَمُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿23﴾ هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الأَسْمَاءُ الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ﴿24﴾


Sâffât Suresi 1. Ayetten 15. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

وَالصَّافَّاتِ صَفًّا ﴿1﴾ فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا ﴿2﴾ فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا ﴿3﴾ إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ ﴿4﴾ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ ﴿5﴾ إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ ﴿6﴾ وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍ ﴿7﴾ لاَ يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلاَ الأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ﴿8﴾ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ﴿9﴾ إِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ﴿10﴾ فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمْ مَنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ طِينٍ لاَزِبٍ ﴿11﴾ بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ ﴿12﴾ وَإِذَا ذُكِّرُوا لاَ يَذْكُرُونَ ﴿13﴾ وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ ﴿14﴾ وَقَالُوا إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُبِينٌ ﴿15


Rahmân Suresi 31. Ayetten 33. Ayete Kadar

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

سَنَفْرُغُ لَكُمْ أَيُّهَا الثَّقَلاَنِ ﴿31﴾ فَبِأَيِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ﴿32﴾ يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَالأِنسِ إِنْ اسْتَطَعْتُمْ أَنْ تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ فَانفُذُوا لاَ تَنفُذُونَ إِلاَّ بِسُلْطَانٍ ﴿33﴾


Mülk Suresi 3 ve 4. Ayetler

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

فَارْجِعْ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ﴿3﴾ ثُمَّ ارْجِعْ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ ﴿4﴾


Kalem Suresi 51 ve 52. Ayetler

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

وَإِنْ يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِأَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ ﴿51﴾ وَمَا هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ ﴿52﴾

Cin Suresi 3. Ayet

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

وَأَنَّهُ تَعَالَى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلاَ وَلَدًا ﴿3


Kâfirûn Suresi

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

قُلْ يَاأَيُّهَا الْكَافِرُونَ ﴿1﴾ لاَ أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ ﴿2﴾ وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ ﴿3﴾ وَلاَ أَنَا عَابِدٌ مَا عَبَدتُّمْ ﴿4﴾ وَلاَ أَنْتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ ﴿5﴾ لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ ﴿6


Felak Suresi

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ﴿1﴾ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ ﴿2﴾ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ ﴿3﴾ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ ﴿4﴾ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ ﴿5﴾


Nâs Suresi

أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ مِنْ هَمْزِهِ وَنَفْخِهِ وَنَفْثِهِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحمن الرَّحِيم

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ﴿1﴾ مَلِكِ النَّاسِ ﴿2﴾ إِلَهِ النَّاسِ ﴿3﴾ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ ﴿4﴾ الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ ﴿5﴾ مِنْ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ﴿6




Hadislerdeki Dualar

اللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ أَذْهِبِ الْبَاسَ اشْفِهِ وَأَنْتَ الشَّافِي لاَ شِفَاءَ إِلاَّ شِفَاءُكَ شِفَاءً لاَ يُغَادِرُ سَقَمًا

Buhari 5768


أَسْأَلُ اللهَ الْعَظِيمَ رَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ أَنْ يَشْفِيكَ

Tirmizi 2165, Ebu Davud 3106


أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ، اللهِ مِنْ غَضَبِهِ وَعِقاَبِهِ وَشَرِّ عِبَادِهِ وَمِنْ هَمَزَاتِ الشِّيَاطِينِ وَأَنْ يَحْضُرُونِ

Tirmizi 3752, Ebu Davud 3893

27 Nisan 2017 Perşembe

IHLAS HAKKINDA (ayetler + hadisler + seleften)

A Y E T L E R

Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla. Gerçekten Biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık." (Sad Suresi, 45-46)

"Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97)

“Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.” (Beyyine; 5)

"Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve yapmış olduğu ibadette hiç kimseyi Rabbine ortak koşmasın." (Kehf; 110)

H A D I S L E R


Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

"ihsan, Allaha sanki Onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira, sen Onu görmesen de, O seni kesinlikle görür."
Yahya radıyallahu anh. Müslim.


Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

"Ameller ancak niyetlere göredir. Herkesin niyetine göre işlem yapılır."
Ömer radıyallahu anh. Buhârî.


Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kul, birçok iyi ameller işler. Bu ameller mühürlü bir zarfda melekler tarafından Allah'a yükseltilir ve bu zarf Allah'ın huzuruna konur. Allah-u Teala: "Bu zarfı atınız, zira bunun içindeki amel ile benim rızam kasdedilmemiştir" buyurur. Sonra Allah-u Teala melekleri çağırır ve : "Şu şu amelleri ona yazınız" buyurur. Melekler; "Ya Rabbi! O bunların hiçbirini yapmadı." derler. Allah-u Teala; "Yapmadı ama, yapmayı niyet etti." buyurur.” (Darekutni)

S E L E F T E N



Fudayl b. Iyad şöyle der:
“En güzel amel, en çok ihlaslı ve doğru olanıdır”. “Ey Ebâ Ali! En çok ihlaslı ve doğru olanı hangisidir?” derler. Şöyle der: “Yapılan amel, ihlas ile yapılır fakat doğru yapılmaz ise kabul olunmaz. Doğru bir şekilde yapılır fakat ihlas ile yapılmaz ise, hem doğru bir şekilde hem de ihlas ile yapılana kadar, yine kabul olunmaz. hlas ile yapılan amel, Allah için yapılandır. Doğru amel ise, sünnete uygun yapılandır.” Sonra, Allah Teâlâ’nın şu kavlini okur:
(Kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın) 
Kitap:Peygamberlerin Davetinin Anahtarı .
yazar:Abdulmelik el-Kasim


Şeddâd b. Evs’ten şöyle dediği rivayet edilir:
“Biz, Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında riyayı küçük şirk sayardık.”
Kitap:Peygamberlerin Davetinin Anahtarı .
yazar:Abdulmelik el-Kasim


Bir adam, Şakik b. Ibrahim’e şöyle sorar: 
Insanlar beni “salih” olarak nitelendiriyor. Salih olup olmadığımı nasıl bileyim? Şakik şöyle der: 
“Birincisi: Gizli olarak yaptığını salihlerin yanında aleni olarak yap. Razı olurlarsa bil ki sen salihsin; yoksa değilsin.
Ikincisi: Kalbine dünyayı sun. Reddederse bil ki sen salihsin.
Üçüncüsü: Nefsine ölümü hatırlat. Ölümü kabullenirse bil ki sen salihsin; yoksa değilsin.
Bu üç şey sende bir araya gelirse ameline riya sokmaması ve riyanın amellerini bozmaması için, Allah Teâlâ’ya yalvar.” 
Tenbihul gafilin.


Hamdûn el-Kassâr’a 
“Neden selefin sözü bizim sözümüzden daha faydalı?” diye sorulur. Şöyle der: “Çünkü onlar; slam’ın izzeti, nefislerin kurtuluşu ve Rahman’ın rızası için konuştular. Biz ise; nefislerin izzeti, dünya talebi ve insanların rızası için konuşuyoruz.” 
Sıfatus savfe kitapı


Ömer radıyallahu anh’tan şöyle dediği rivayet edilir: 
“Günahını bilmen tevbenin doğruluğundan bir parçadır. Gururu terketmen amelinin doğruluğundan bir parçadır. Kusurunu bilmen şükrünün doğruluğundan bir parçadır.”
Peygamberlerin Davetinin Anahtarı .
yazar:Abdulmelik el-Kasim


İbni Ebi Melike şöyle demiştir:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahabilerinden otuzuna ulaştım; hepsi nefisleri için nifaktan endişe ediyorlardı.” 
Tenbihul gafilin

TELEGRAM KANALMIZA DAVETLISINIZ AHADUNAHAD

10 Şubat 2017 Cuma

KULLUĞUN ESASLARI

KİTAB : El Favaid (faydalar)

YAZAR : İBN KAYYIM EL CEVZİYYE rahmetullahi aleyhi

KONU :KALBİN GÖREVLERİ

Kalbin görevlerinin bir kısmında ittifak, bir kısmında ihtilaf vardır.

Lüzumunda ittifak olanlar:

İhlas, muhabbet, tevekkül, sabır, inabe, havf, reca, kesin tasdik, ibadette niyyet gibi şeylerdir. Bunlar ihlasa ilave değerlerdir. Çünkü ihlas mabudu herşeyden ayrı ve bir kabul etmektir.
İbadete niyyet etmenin iki derecesi vardır:

Birincisi: İbadeti alışkanlıktan ayırd etmektir.

İkincisi: İbadet derecelerini birbirinden ayırd etmektir. Bu üç kısım da vacib’dir.

Sıdk da böyledir. Doğrulukla ihlas arasındaki fark şudur ki: Kul için bir matlub ve bir de taleb söz konusudur, ihlas; kulun matlubunu birlemesi, sıdk ise talebini birlemesidir.

Dolayısıyla ihlas matlubun bölünmemesi, sıdk da talebin bölünmemesidir. Sıdk cehd ve gayret sarfetmek, ihlas matlubu birlemek, bir kabul etmektir.

Kalbin bu nevi amellerinin vücubu konusunda bütün ümmet ittifak etmiştir.

Kullukta samimiyet (nush) de böyledir. Dinin mihveri de budur ve bu Rabbin razı olduğu ve istediği şekilde kulluk görevini yerine getirmek için bütün gayretini sarfetmektir. Samimiyet esas itibariyle vacibdir ve en mükemmeli, mukarreblerin mertebesidir.

Kalbe ait bütün bu görevlerin her birinin iki yönü vardır.

1 - Yerine getirilmesi gerekli, (müstehakk) olan vacib ki bu Ashab-ı yeminin derecesidir.

2 - Müstehab olanların kemaliyle yerine getirilmesi ki, bu da mukarreblerin derecesidir.

Sabır da böyledir. O da ümmetin ittifakıyla vacibdir. İmam Ahmed derki, Allah sabrı Kur’an’ın doksan küsur yerinde zikretmiştir. Aynı şekilde sabrın da iki yönü vardır:

1 - İfası gereken vacib sabır,

2 - İfası müstehab olan kamil sabır.

Kalbin amellerinden üzerlerine ihtilaf olanlara gelince; bunlardan biri rızadır.

Rızanın vacib oluşu konusunda birisi sufilerin, ötekisi fakihlerin olmak üzere iki görüş vardır.

Her iki görüş de, Ahmed b. Hanbel’in öğrenci ve müntesiplerine aittir. Vacib olduğunu söyleyenler derler ki: Öfke haramdır ve öfkeden, razı olmaktan başka yolla kurtulmak mümkün değildir. Haramdan ancak rıza vasfıyla kurtulmak mümkündür, öyle ise rıza vacibdir.

Bunlar şu haberi de delil getirirler

“Kim benim belalarıma sabretmez, kazama razı olmazsa, o, benden başka bir rabb edinsin”.

Rızanın müstehab olduğunu söyleyenler, sabrın tersine ne Kur’anda ve ne de sünnette rıza hakkında emir varid olmadığını söylerler. Allah sabrı Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde emreder, tevekkül de böyledir. Allah Teala buyurur ki:

“Eğer Allah’a iman ettiyseniz ve eğer müslümansanız sadece Allah’a tevekkül ediniz.” (Yunus, 84),

Allah inabeti de (yönelme) emretmiş ve demiştir ki:

“Rabbinize ibadet ediniz.” (Zümer, 54)

“Ancak dini Allah’a halis kılarak ibadet etmekle emrolundunuz” (Beyyine,5) buyurmuştur.

Havf da böyledir:

“Eğer inanıyorsanız onlardan değil de benden korkunuz” (Ali İmran, 175),

“Onlardan korkmayınız, benden korkunuz (haşyet) “ (Bakara, 15),

“Sadece benden korkunuz” (Bakara 40) buyurulur.

Doğruluk da böyledir:

“Ey iman edenler Allah’dan sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz” (Tevbe, 119).

Sevgi de böyledir. Sevgi görevlerin en farz olanıdır. Zira sevgi kalbin yapmakla emrolunduğu ibadet ve ibadetin özü ve ruhudur.

Rızaya gelince; Rıza vasfı Kur’an’da ancak rıza sahihlerinin övülmesi ve medh edilmesi şeklinde varid olmuş, emir şeklinde geçmemiştir. Bu konuda karşı tarafın zikrettiği habere gelince, bunun İsrailiyattan olduğunu, dolayısıyla delil olarak kullanılamayacağını söylerler.

Bunlar da delil olarak Nebi (s.a.v)’den gelen şu merfu hadisi ileri sürmüşlerdir:

“Eğer sen yakinle birlikte rızayı gerçekleştirebilirsen yap, rıza ile davran, şayet güç yetiremezsen,nefsine ağır gelse de sabra devam et, çünkü sabırda pek çok hayır vardır. ” Bu hadis bazı sünen kitablarında da vardır. (Sünenler ve diğer hadis kaynaklarında bulunamamıştır.)

Devamla derler ki, “Öfkeden sadece rıza ile kurtulmak mümkündür” iddianıza gelince, bu lazım ve bağlayıcı birşey değildir. Bir şeye güç yetirmede insanlar üç derecedir:

1 - Rıza en üst,

2 - Sabretmek razı olmanın altında ve orta derecedir.

3 - Öfke ise en alt derecedir,

Birincisi öne geçen mukarreblere aittir,

İkincisi, mutedillere,

Üçüncüsü, zalimlere aittir.

İnsanların çoğu gücü yettiği şeye karşı sabreder ve asla kızmaz, öfkelenmez. Oysa O’na razı değildir. Öyle ise rıza başka bir durumdur.

Şüphesiz bazı insanlara elemle rızanın arasını birleştirmek güç gelmiştir. Bu ikisini çelişik zannetmişlerdir. Oysa durum onların zannetiği gibi değildir. Nitekim hoşlanmadığı ilacı içen hasta hem ilacı içmekten acı duyar hem de onu içemeye razı olur. Ramazan ayında çok sıcak bir günde oruç tutan, orucundan dolayı acı çeker, ama oruç tutmaya da razıdır. Cimri, zekatla malını elinden çıkarmaktan elem duyar ve fakat zekat vermeye de razıdır. Öyle ise elem ve acı duymak sabra aykırı olmadığı gibi rızaya da aykırı değildir.

Alimler arasındaki bu ihtilaf Allah’ın mahlukat hakkındaki kader ve kazasına rıza göstermekle ilgilidir.

Allah’ın Rabblığına, ilahlığına ve O’nun dini emirlerine razı olmaya gelince, bu nevi rızanın farziyeti üzerinde ittifak vardır.

Dahası bir kul rabb olarak Allah’a, din olarak İslam’a, rasul olarak Muhammed (s.a.v)’e razı olmadıkça müslüman olamaz.

Aynı şekilde namazdaki huşuu konusunda mevcut ihtilaf da bu nevidendir. Bu konuda da fakihlerin iki görüşü vardır. Bu görüşler gerek Ahmed b. Hanbel’in ve gerekse diğerlerinin mezheplerinde mevcuttur.

Namazda vesvas olan şeytanın vesveselerine yenik düşenin namazı iade edip etmemesi konusunda da iki görüş vardır. Ahmed b. Hanbel’in mezhebinden,İbn Hamid ile, İhya adlı eserinde, Ebu Hamid el- Gazali, iade etmenin vacib olduğunu söylemişlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise namazın iadesini gerekli görmezler.

Bunlar Nebi (sav) namazında yanılan için iki kez sehv secdesini emretmesi ve namazı iade etmeyi emretmemesini delil getiriyorlar. Bununla beraber Nebi (sav)’in şöyle bir hadisi de sabittir:

“Şeytan, birinize namaz kılarken gelir de şunu şunu şunu hatırla diyerek daha öce hatırlamadığı şeyleri hatırlatır. Öyle ki adam kaç rekat kıldığını bilemez, şaşırır” (Buhari, Ezan, 4; Müslim, Salat,19; Tirmizi.Salat, 291; Ebu Davud, Salat, 516; İbn Mace,İkame,135 ),

Fakat şurasında bir ihtilaf yoktur ki, namaz kılan, bu namazından sadece kalbinin huzuru ve hususu oranında sevab alır. Nitekim Nebi (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Doğrusu kul namazını bitirir ve namazdan ayrılır fakat onun için namazının yarısı üçte biri, dörtte biri, hatta belki onda biri yazılır.” (Ebu Davud, Salat, 128; Müsned,IV, 319,321)

İbn Abbas (r.a) diyor ki

“Namazından sana ait olan sadece düşünebildiğin kadarıdır. (Şuurlu olarak kıldığın kadarıdır).”

Şimdi bu namaz namazın kemali, açısından sahih değildir. İade edilmesinin emrolunmaması açısından sahih diye adlandırılması doğru olsa da böyle bir namaza sıhhat vasfını vermek yaraşmaz. Netice itibariyle bu namaza, namazı kılana bir sevab olmamakla birlikte sahih namaz denir.

Hedef bu amellerin -gerek vacip kısmı ve gerekse müstehab kısmı olsun- kalbe ait kulluk vazifeleri olmasıdır. Bu yüzden kim bu amelleri iptal ederse Melik’e kul olmayı da ibtal etmiş olur, bu kişi isterse, kalbin tabileri olan uzuvları kulluk görevini yerine getirmiş olsun, fark etmez.

Maksad, uzuvların melikinin - ki o kalbdir- Allah Subhanehu’ya kulluk görevini yerine getirmekle meşgul olmasıdır, kalb de Allah’ın tabisidir.

Kalbe haram olan şeyler ise:

1 - Kibr,

2 - Riya,

3 - Ucub,

4 - Hased,

5 - Gaflet ve

6 - Nifaktır.

Bunlarda iki nevidir:

1 - Küfr

2 - Masiyet (Günahlar):

Küfür olanı:

1 - Şekk,

2 - Nifak,

3 - Şirk ve bunlara tabi olan diğer şeylerdir.

Masiyet ise,

1 - Büyük ve

2 - Küçük masiyetler (günahlar) olmak üzere ikiye ayrılır.

1 - Büyük günahlar:

- Riya,

- Ucub (kendini beğenme),

- Kibir fahr (böbürlenme),

- Allah’ın rahmetinden ümit kesme,

- Karamsarlık ve yeis,

- Allah’ın ceza vermeyeceğinden emin olma,

- Müslümanların eza ve cefasından sevinç ve sürür duyma,

- İsyanlarından dolayı sevinip şamata yapma,

- Aralarında yüz kızartıcı suçların yayılmasını arzulama,

- Allah’ın lutfuyla verdiğini kıskanma,

- Allah’ın verdiği nimetin gitmesini temenni etme ve

- Zina, içki içme gibi diğer zahiri büyük günahlardan daha haram olan bu ve benzeri birtakım günahlardır.

Kalb ve cesedin bu büyük günahlardan kaçınmadan ve bunlardan tevbe etmeden kurtulması asla mümkün değildir.

Aksi takdirde bu büyük günahları işleyen kalb fasid bir kalb olur, kalb bozulunca, beden de bozulur.

İşte bütün bu afetler ve belalar kalbin kulluğunu bilmemekten ve kalbin kulluk görevini yerine getirmemesinden kaynaklanır.

Öyle ise “yalnız sana ibadet ederiz” görevi kalbe azalardan önce gelir. İnsan kalbin bu kulluğunu bilip yerine getirmezse kaçınılmaz olarak kalp kulluğunun zıddı olan şeylerle dolar, kalb bu kulluk görevlerini yerine getirdiği oranda O’nun zıddı olan şeylerden kurtulabilir.

Bu ve benzeri büyük günahlar günahların gücüne, katılığına, hafifliğine ve inceliğine göre kalb için bazen büyük ve bazen de küçük günah olabilirler.

Küçük günahlardan biri de haramları arzu ve temenni etmektir. Arzu duyulan şeyin derecesinin farklılığına göre büyük ve küçük günahlardaki arzunun dereceleri de değişir.

Küfr ve şirk şehveti, küfürdür.

Bid’at şehveti fıskdır,

Büyük günahlara arzu ve şehvet duymak isyandır, masiyettir.

Eğer kul bunları yapmaya gücü yettiği halde, yapmaz ve Allah için terkederse sevab kazanır. Eğer yapmaya çalışıp da, aciz düşmesinden dolayı terk ederse, yapanın cezasını hakeder, zira kendi derecesini sevab ve ikab konusunda O’nun derecesine indirmiştir, her ne kadar dini - zahiri bakımdan onu yapan derecesine inmemişse de bu böyledir. İşte bu yüzden Nebi (sav) de şöyle buyurmuştur:

“İki müslüman birbirine kılıç çekince öldüren de, öldürülen de ateştedir”,

Ya Rasulullah, öldüren ateştedir ama öldürülenin ne suçu var? dediler:

O da arakadaşını öldürmeye azmetti” (Buhari, Diyat, 2; Müslim, Fiten,14) buyurdu.

Böylece Nebi (sav), onu arkadaşını öldürmeye azmetmesinden dolayı onu hükümde değil günahta öldüren yerine koymuştur.

Sevab ve ikab konusunda bunun benzerleri pek çoktur.

Böylece kalbin de müstehab ve mubah olan amelleri anlaşılmış oldu.

29 Ocak 2017 Pazar

"Kâfirleri sevmenin ve onlara dostluk beslemenin haram oluşu": Bu önemli ve büyük kaidenin açıklaması


SORU-- Sizden, "kâfirleri sevmek ve onlara dostluk beslemek" ibâresinden ne kastedildiğini örneklerle açıklamanızı istirham ediyoruz.


CEVAPLAYAN
SEYH MUHAMMED SALEH EL MUNECCID

CEVAP-- Hamd, yalnızca Allah'adır.

Evet. Bu konuda vereceğimiz örnekler, amaçlanan şeyi beyan eder ve onu açıklığa kavuşturur. Bu sebeple biz hemen bu konuya geçip ilim ehli ile davet önderlerinin zikrettikleri, kâfirleri sevmenin ve onlara dostluk beslemenin en önemli şekillerinden bazılarını zikredelim:

1. Onların küfrüne (inkârına) rıza göstermek veya onların kâfir olduklarında şüphe etmek veya onların kâfir olduklarını söylemekten kaçınmak veyahut da onların dinlerini methetmek.

Allah Teâlâ, küfre râzı olan kimsenin de kâfir olacağı konusunda şöyle buyurmuştur:

(( مَنْ كَفَرَ بِاللهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْإِيمَانِ وَلَـكِن مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْراً فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ )) [ سورة النحل الآية: 106 ]

"Kalbi îmânla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, îmân ettikten sonra Allah'ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara (dînden dönenlere), Allah'tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır."[1]

Allah Teâlâ, tâğût'u inkâr etmeyi gerekli ve şart kılarak şöyle buyurmuştur:

(( لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ )) [ سورة البقرة الآية: 256 ]

"Dînde zorlama yoktur. Artık doğru eğriden (hak bâtıldan, hidâyet dalâletten, hayır şerden, îmân küfürden) iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp reddeder ve Allah'a îmân ederse, kopmayan sapasağlam bir kulpa tutunmuştur. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."[2]

Allah Teâlâ, müşrikleri müslümanlardan üstün tutan ve onları tercih eden Yahudiler hakkında da şöyle buyurmuştur:

(( أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيباً مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ هَؤُلاء أَهْدَى مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ سَبِيلاً )) [ سورة النساء الآية: 51 ]

"(Ey elçi!) Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları (Tevrat'tan ilim verilmiş olan Yahudileri) görmedin mi? Onlar, "cibt"e ve "tâğût"a (puta ve şeytana) inanıyorlar. (Allah'ı ve elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'i) inkâr edenler için de: 'Bunlar, îmân edenlerden daha doğru yoldadırlar' diyorlar."[3]

2. Kâfirlerin hükmüne başvurmak (onların kanunlarıyla muhakeme olmak).

Oysa Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَنْ يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيداً )) [ سورة النساء الآية: 60 ]

"(Ey elçi!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddiâ edenleri (münafıkları) görmedin mi? Tâğût'u tanımamaları (inkâr etmeleri) kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."[4]

3. Kâfirlere muhabbet beslemek ve onları sevmek.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(( لَا تَجِدُ قَوْماً يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءَهُمْ أَوْ أَبْنَاءَهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ...)) [ سورة المجادلة من الآية: 22 ]

"Allah'a ve âhiret gününe îmân eden hiçbir topluluğun; babaları, çocukları, kardeşleri veya kendi aşiretleri (soyları) olsalar bile, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselere sevgi ve dostluk beslediğini göremezsin."[5]

4. Kâfirlere meyletmek, onlara güvenmek, onları dayanak ve arkadaş edinmek.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(( وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ مِنْ أَوْلِيَاءَ ثُمَّ لاَ تُنْصَرُونَ )) [ سورة هود الآية: 113 ]

"Zulmedenlere eğilim göstermeyin (meyletmeyin), yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka (size yardım edecek ve işlerinizi üstlenecek) velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz."[6]

5. Müslümanlara karşı kâfirlere yardım etmek ve onlara destek olmak.

Oysa Allah Teâlâ mü'minler hakkında şöyle buyurmuştur:

(( وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَـئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ )) [ سورة التوبة الآية: 71 ]

"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. Onlar iyiliği emreder ve kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirler. Allah'a ve elçisine itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hikmet sahibidir."[7]

Allah Teâlâ kâfirler hakkında da şöyle buyurmuştur:

(( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ)) [ سورة المائدة الآية: 51]

"Ey îmân edenler! Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."[8]

6. Kâfirlerin toplumlarına girip onlara karışmak, onların partilerine üye olmak, onların sayılarını çoğaltmak, (gerek olmadığı halde) onların vatandaşlıklarına geçmek, onların ordularında hizmet etmek ve silahlarının gelişmesine çalışmak ve katkıda bulunmak.

7. Kâfirlerin kanunlarını müslüman ülkelere getirmek ve müslümanları bu kanunlarla yönetmek.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(( أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللهِ حُكْماً لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ )) [ سورة المائدة الآية: 50 ]

"Yoksa onlar (yahudiler, aralarında hüküm vermesi için) cahiliye hükmünü mü istiyorlar? (Allah'ın şeriatını akıl edip) îmân eden bir topluluk için, hüküm bakımından Allah'tan daha güzel kim olabilir?"[9]

8. Genel olarak kâfirlere dostluk beslemek, onlardan arkadaşlar ve yardımcılar edinmek.

Oysa Allah Teâlâ bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

(( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ)) [ سورة المائدة الآية: 51]

"Ey îmân edenler! Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."[10]

9. Dinin hesabına kâfirlere yağcılık yapmak ve onlara şirin görünmek.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(( وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ )) [ سورة القلم الآية: 9 ]

"Onlar, senin kendilerine yaranmanı (üzerinde bulundukları bazı şeylerde onlara yapmacık davranmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranacaklardı."[11]

10. Kâfirlerle oturup kalkmak ve Allah'ın âyetleriyle alay ettikleri vakitlerde onların yanlarına girip oturmak da dînin hesabına kâfirlere yağcılık yapmaya ve onlara şirin görünmeye girer.

Oysa Allah Teâlâ bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

(( وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلاَ تَقْعُدُواْ مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذاً مِثْلُهُمْ إِنَّ اللهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعاً)) [سورة النساء الآية: 140]

"Oysa Allah size Kitap'ta (Kur'an'da): 'Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır."[12]

11. Kâfirlere güvenmek, müslümanları bırakıp onlardan sırdaş edinmek ve onları danışmanlar yapmak.

Oysa Allah Teâlâ bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

(( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًا وَدُّوا مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْآيَاتِ إِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ {118} هَاأَنتُمْ أُوْلاء تُحِبُّونَهُمْ وَلاَ يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ وَإِذَا لَقُوكُمْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ عَضُّواْ عَلَيْكُمُ الأَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِ قُلْ مُوتُواْ بِغَيْظِكُمْ إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ{119} إِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُواْ بِهَا وَإِنْ تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئاً إِنَّ اللهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ{120})) [ سورة آل عمران الآية: 118-120 ]

"Ey îmân edenler! Sizin dışındakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar, size kötülük yapmaktan asla geri durmazlar, sıkıntı (ve zorluğa) düşmenizi isterler. Gerçekten onların kinleri ağızlarından çıkan sözlerinden apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri (size karşı besledikleri düşmanlık) ise daha büyüktür. Şüphesiz düşünüp anlamanız için size ayetlerimizi açıkladık. İşte bu, (sizin onları sevmekte hatalı olduğunuzu gösterir ki) onları sevdiğiniz (ve onlara iyilikte bulunduğunuz) halde, onlar sizi sevmezler (size düşmanlık ve kin beslerler). Siz, (Allah tarafından indirilen bütün) kitaplara îmân edersiniz. Onlar sizinle karşılaştıklarında (Kur’an’a) îmân ettik, derler. (O halde siz nasıl olur da onları seversiniz?) Onlar birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman da, (müslümanların birbirlerine olan dostluklarını, sözlerinde bir olmalarını, İslâm’ın azîz, onların ise zelîl olduklarını gördüklerinden dolayı) size olan kinlerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar. (Ey Nebi! Onlara) De ki: Kininizle (kahrolup) ölün. Şüphesiz Allah, kalplerde olanı hakkıyla bilir. (Ey mü’minler! Onların size olan düşmanlıklarından birisi de) size bir iyilik dokunsa, bu onları üzer ve kederlendirir, başınıza bir belâ gelirse, buna da sevinirler."[13]

Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'in hanımı Âişe'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre o şöyle demiştir:

(( خَرَجَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قِبَلَ بَدْرٍ فَلَمَّا كَانَ بِحَرَّةِ الْوَبَرَةِ أَدْرَكَهُ رَجُلٌ قَدْ كَانَ يُذْكَرُ مِنْهُ جُرْأَةٌ وَنَجْدَةٌ فَفَرِحَ أَصْحَابُ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حِينَ رَأَوْهُ فَلَمَّا أَدْرَكَهُ قَالَ لِرَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جِئْتُ لَأَتَّبِعَكَ وَأُصِيبَ مَعَكَ، قَالَ لَهُ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: تُؤْمِنُ بِاللهِ وَرَسُولِهِ؟ قَالَ: لا، قَالَ: فَارْجِعْ، فَلَنْ أَسْتَعِينَ بِمُشْرِكٍ، قَالَتْ: ثُمَّ مَضَى حَتَّى إِذَا كُنَّا بِالشَّجَرَةِ أَدْرَكَهُ الرَّجُلُ، فَقَالَ لَهُ:كَمَا قَالَ أَوَّلَ مَرَّةٍ، فَقَالَ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمَا قَالَ أَوَّلَ مَرَّةٍ، قَالَ: فَارْجِعْ، فَلَنْ أَسْتَعِينَ بِمُشْرِكٍ، قَالَ: ثُمَّ رَجَعَ فَأَدْرَكَهُ بِالْبَيْدَاءِ، فَقَالَ لَهُ كَمَا قَالَ أَوَّلَ مَرَّةٍ، تُؤْمِنُ بِاللهِ وَرَسُولِهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: فَانْطَلِقْ.)) [ رواه مسلم ]

"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Bedr'e doğru yola çıktı. Harratu'l-Vebera denilen yere varınca, cesareti ve kahramanlığı ile ünlü bir adam arkadan gelip Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e yetişti.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in ashâbı adamı görünce sevindiler.

Adam Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e:

-Emrine girmek ve seninle birlikte savaşıp ganimet elde etmek için geldim, dedi.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona;

-Allah'a ve elçisine îmân ediyor musun? diye sordu.

Adam:

- Hayır! dedi.

-Öyleyse geri dön! Çünkü ben bir müşrikten asla yardım istemem! buyurdu.

Âişe -Allah ondan râzı olsun- dedi:

-Adam gitti, ağacın yanına vardığımızda tekrar gelip yetişti. İlk teklifini tekrarladı.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de önceki söylediklerini tekrar etti:

-Öyleyse dön! Ben bir müşrikten asla yardım istemem! buyurdu.

Adam ayrıldı, sonra Beydâ denilen yerde bize tekrar yetişti. Üçüncü kez teklifini yeniledi.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona tekrar:

- Allah'a ve elçisine îmân ediyor musun? diye sordu.

Adam:

- Evet! dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

-O halde (haydi bizimle) yürü!"[14]

Bu âyet ve hadislerden oluşan naslardan, müslümanların durumlarına ve onların gizli sırlarına muttali olmalarına sebep olacakları ve müslümanlara zarar verebilecekleri işlerde kâfirlere görev vermenin haram olduğunu açıkça öğrenmiş oluyoruz.

12. Onunla müslümanlara başkanlık edecek, onları aşağılayacak, muvahhidlerı boyundurukları altına alacak ve ibadetlerini eda etmelerine engel olacak idârî makamlara kâfirleri getirmek.

Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(( ... وَلَن يَجْعَلَ اللهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً )) [ سورة النساء من الآية: 141 ]

"...Allah, mü'minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir."[15]

İmam Ahmed -Allah ona rahmet etsin- Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet ettiğine göre, Ebû Mûsâ el-Eş’arî şöyle demiştir:



(( قُلْتُ لِعُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللَّه عنه: إِنَّ لِي كَاتِباً نَصْرَانِياً، قَالَ: مَا لَكَ؟ قَاتَلَكَ اللهُ! أَمَا سَمِعْتَ قَوْلَ اللَّهِ تَعَالَى {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ} [المائدة:51] أَلَا اتَّخَذْتَ حَنِيفًا؟ قَالَ: قُلْتُ: يَا أَمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ! لِي كِتَابَتُهُ، وَلَهُ دِيُنُهُ. قَالَ: لَا أُكَرِّمُهُمْ إِذْ أَهَانَهُمُ اللَّهُ، وَلا أُعِزُّهُمْ إِذْ أَذَلَّهُمُ اللَّهُ، وَلَا أُدْنِيهِمْ إِذْ أَقْصَاهُمُ اللَّهُ.)) [ رواه أحمد ]

"Ömer b. El-Hattab'a -Allah ondan râzı olsun-:

-Benim hıristiyan bir kâtibim var, dedim.

O da bana dedi ki:

-Yazıklar olsun sana. Allah senin cezanı versin. Allah Teâlâ’nın:

"Ey îmân edenler! (Mü’minlere karşı) Yahûdî ve Hıristiyanları, dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır."[16] buyurduğunu işitmedin mi?

Hanîf (Tevhîd ehlinden) olan birini kâtip edinemez miydin?

Ben de ona:

-Ey mü’minlerin emîri! Yazı işlerinde çalışması (kâtipliği) benim içindir, dîni de kendisine aittir, dedim.

Bunun üzerine o:

-Allah onları alçaltmışken, ben onları şereflendirip onlara saygı gösteremem. Allah onları zelîl kılmışken, ben onları yüceltemem. Allah onları uzaklaştırmış iken, ben onları (kendime) yaklaştıramam."[17]

13. Kâfirleri, müslümanların evlerinde onların mahremlerine muttali olmalarını ve müslümanların çocuklarını küfür üzere eğitmelerini sağlamak da, kâfirleri sevmenin ve onlara dostluk beslemenin önemli şekillerinden birisidir.

Nitekim günümüzde bu durum vuku bulmuş ve kâfirler; işçi, şoför, hizmetçi ve evlerde mürebbiye olarak çalıştırılmak üzere müslüman ülkelere getirilmiş ve müslüman ailelerle aynı ortamda karma bir hayat yaşamaları sağlanmıştır.

14. Müslüman çocukları, kâfirlerin (Yahudi ve Hıristiyanların) okullarına, misyoner yetiştiren enstitülere, fakültelere ve kötü amaçla açılan üniversitelere kaydetmek ve müslüman çocukların, kâfir ailelerle birlikte ikâmet etmelerini sağlamak.

15. Giyim, kuşam, konuşma ve diğer hallerde kâfirlere benzemek. Çünkü bu durum, kendisine benzemeye çalışılan kimseyi sevmeyi gerektirir.

Oysa Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

(( مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ.)) [ رواه أبو داود وأحمد ]

"Her kim, bir topluluğa benzerse (onların giyindiği gibi giyinirse, gittiği yolda giderse ve onların işlediği fiilleri işlerse), (günah ve sevap bakımından) o da onlardandır."[18]

Bu sebeple kâfirlerin gelenek ve göreneklerinden, ibadetlerinden, özellik ve ahlâkından olan konularda kâfirlere benzemek haramdır.

Örneğin sakalları tıraş etmek, bıyıkları uzatmak, gerek olmadığı halde onların diliyle konuşmak, onlar gibi giyinmek ve onlar gibi yemek ve içmek gibi...

16. Gerek ve zaruret olmadığı halde kâfirlerin ülkesinde ikâmet etmek.

Bunun içindir ki dînini emirlerini yaşayamayan mustaz'af müslümanın, hicret etmeye gücü yetiyorsa, kâfirlerin arasında ikâmet etmesi haramdır.

Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

(( إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَـئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيراً{97} إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً{98} فَأُوْلَـئِكَ عَسَى اللهُ أَن يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللهُ عَفُوّاً غَفُوراً{99})) [ سورة النساء الآيات: 97-99 ]

"(Kâfirlerin diyarında kalıp hicreti terk ederek) nefislerine zulmedenlere melekler, canlarını alırken (onları azarlayıp şöyle) derler: ‘(Dininiz konusunda) ne işle meşguldünüz? Onlar: ‘Biz, yeryüzünde (zulüm ve kahrı kendimizden savuşturmaktan) âciz kimselerdik, derler. Melekler (onlara): Allah’ın arzı, geniş değil miydi? (Dininiz konusunda emîn olabilmeniz için bulunduğunuz yerden başka bir yere) hicret etseydiniz ya! derler. İşte bunların barınağı, cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir. (Kendilerinden zulüm ve kahrı savuşturmaya) gücü yetmeyen erkek, kadın ve çocuklardan âciz kimseler ve (içerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmaya) hiçbir yol bulamayanlar (bu kötü dönüş yerinden) müstesnadır. Umulur ki Allah, (hallerini bildiğinden dolayı) bunları affeder. Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır." [19]

Allah Teâlâ, hicret etmeye gücü yetmeyen kimseden başkasının kâfirlerin diyarında ikâmet etmesini mazur görmemiştir.

Aynı şekilde, insanları Allah'ın yoluna dâvet etmek ve İslâm'ı yaymak gibi dîni bir menfaat için kâfirlerin diyarında ikâmet eden kimse de bu konuda mazur görülmüştür.

Müslümanın, kâfirlerin ülkesine gitmek için şüpheleri savacak dînî bir ilme, şehvetlere karşı duracak bir îmâna sahip olması, dîninin emirlerini açıkça yerine getirmesi, müslümanlığıyla şeref duyması, şer ve fitne yerlerinden uzak durması, düşmanlarının hile ve desiselerine karşı dikkatli olması şarttır.

Aynı şekilde Allah'ın yoluna dâvet etmek ve İslâm'ı yaymak için kâfirlerin ülkesine yolculuk yapmak, kimi zaman câiz, kimi zaman da farz olur.

17. Kâfirleri methetmek, onları müdafaa etmek, uygarlık ve medeniyette onların yüceldiklerini belirtmek, bâtıl inançlarına ve bozuk dînlerine bakmaksızın, onların ahlâk ve becerilerini beğenmek:

Oysa Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجاً مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَى )) [ سورة طه الآية: 131 ]

"(Ey Nebi!) Onları sınamak için onlardan bir kısmını faydalandırıp eğlenmelerini sağladığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızık (ve sevabı, kendilerini faydalandırdığımız dünya hayatının süsünden) daha hayırlı ve daha devamlıdır." [20]

18. Kâfirlere tâzim göstermek, "ekselans" lakabı gibi, onları yücelten lakaplar kullanmak, onlara selâm vermek, oturumlarda ve yollarda onlara öncelik vermek.

Oysa Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

(( لاَ تَبْدَءُوا الْيَهُودَ وَلاَ النَّصَارَى بِالسَّلاَمِ، فَإِذَا لَقِيتُمْ أَحَدَهُمْ فِي طَرِيقٍ فَاضْطَرُّوهُ إِلَى أَضْيَقِهِ.)) [ رواه مسلم ]

"Yahûdî ve hıristiyanlara ilk önce selâm veren siz olmayın. Onlardan birisiyle yolda karşılaştığınız zaman onu, yolun dar olan tarafına doğru sıkıştırın." [21]

19. Müslümanların tarihini bırakmak ve özellikle kâfirlerin dînî merâsimlerini ve bayramlarını gösteren milâdî takvim gibi tarihleri kullanmak. Çünkü milâdî takvim, İsâ -aleyhisselâm-’ın doğum yıldönümünü hatırlatan bir takvimdir. Bu takvimi, hıristiyanlar kendi yanlarından uydurmuşlardır. Yoksa İsâ -aleyhisselâm-’ın dîninde böyle bir şey yoktur. Bu sebeple milâdî tarihi kullanmak, onların sembol ve bayramını ihyâ etmeye iştirak etmek demektir

Sahâbe -Allah onlardan râzı olsun- bundan kaçınmak için bir tarih konulmasını istediklerinde, ikinci halîfe Ömer -Allah onlardan râzı olsun- kâfirlerin tarihlerini kullanmaktan vazgeçip Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hicretini, tarihin başlangıcı olarak kullanmaya başladılar. Bu olay, kâfirlerin hususiyetlerinden olan bu ve buna benzer şeylerde onlara aykırı davranmanın farz olduğuna delâlet eder.

20. Kâfirlerin bayramlarına iştirak etmek veya bu bayramları düzenlemelerine yardım etmek veya bu münasebetle onları tebrik etmek veyahut da bu bayramların düzenlendiği yerlerde hazır bulunmak.

Allah Teâlâ’nın:

(( وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَاماً )) [ سورة الفرقان الآية:72 ]

"(Rahmân’ın kulları) Onlar ki, yalan yere şâhitlik etmezler. Boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler."[22]

Sözü, tefsirciler tarafından:

"(Rahmân’ın kullarının hasletlerinden birisi de) kâfirlerin bayramlarında hazır bulunmazlar..."

Şeklinde tefsir edilmiştir.

21. Kâfirlerin çirkin isimleriyle isimlenmek (çocuklara onların isimlerini vermek). [23]

Oysa Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Abduluzzâ (Uzza'nın kulu) ve Abdulkâbe (Kâbe'nin kulu) gibi şirkî isimleri değiştirmiştir.

22. Kâfirler için Allah’tan istiğfarda bulunmak ve onlara rahmet okumak:

Oysa Allah Teâlâ, kâfirler için istiğfarda bulunmayı ve onlara rahmet okumayı mü’minlere haram kılmıştır.

Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَنْ يَسْتَغْفِرُواْ لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُواْ أُوْلِي قُرْبَى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ )) [ سورة التوبة الآية: 113 ]

"(Şirk üzere ölüp) cehennem ehli oldukları onlara apaçık belli olduktan sonra akrabaları bile olsalar, müşrikler için (Allah’tan) af dilemek, ne Nebi'ye, ne de îmân edenlere yaraşır (uygun düşer)."[24]

İşte bu saydıklarımız, kâfirleri sevmenin ve onlara dostluk beslemenin haram olduğunu açıklayan bazı örneklerdir.

Allah Teâlâ'dan selim bir akîde ve güçlü bir îmân dileriz.

O, her şeyde kendisinden yardım istenen yegâne ilahtır.

KAYNAKLAR

[1] Nahl Sûresi: 106

[2] Bakara Sûresi: 256

[3] Nisâ Sûresi: 51

[4] Nisâ Sûresi: 60

[5] Mümtehine Sûresi: 22

[6] Hûd Sûresi: 113

[7] Tevbe Sûresi: 71

[8] Mâide Sûresi: 51

[9] Mâide Sûresi: 50

[10] Mâide Sûresi: 51

[11] Kalem Sûresi: 9

[12] Nisâ Sûresi:140

[13] Âl-i İmrân Sûresi:118-120

[14] Müslim, hadis no: 3388

[15] Nisâ Sûresi: 141

[16] Mâide Sûresi: 51

[17] İmam Ahmed rivâyet etmiştir.

[18] İmam Ahmed, hadis no: 2/50. Ebu Davud, hadis no: 4/314. İbn-i Teymiyye, "İktidâu's-Sıratı'l-Mustakîm", c: 1, s: 279'da hadisinin senedinin ceyyid/iyi olduğunu söylemiştir. Suyutî de "el-Câmiu's-Sağîr", hadis no: 5893'de hadisin hasen olduğunu belirtmiştir.

[19] Nisâ Sûresi: 97-99

[20] Hicr Sûresi: 88

[21] Müslim, hadis no: 4030

[22] Furkan Sûresi: 72

[23] Öyle ki bazı müslümanlar, yaşadıkları toplumlarında babaları, anaları, dedeleri ve ninelerinin isimleriyle bilinen isimleri bırakıp erkek ve kız evlâtlarına yabancı isimler vermektedirler. Lara, Melisa, Rosa, Suzan, Linda, Manolya ve Yara gibi isimler bunlardan bazılarıdır. (Çeviren)

[24] Tevbe Sûresi: 113


KAYNAK SITE -- TIKLA